NECİP FÂZIL KISAKÜREK:

Sakarya Türküsü

 

 

SAKARYA TÜRKÜSÜ

 

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..

 

 

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

 

 

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

 

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

(1949)
ÇİLE

Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…

 

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı.

 

Ateşten zehrini tattım bu okun.
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un.
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

* * *

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe;
Deliler köyünden bir menzil aşkın
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selâm, selâm sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci kat gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asa kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle…

Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş.
Fikir çilesinden büyük işkence.

* * *

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymık gibi, beynimde.

Lûgat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan muhacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

* * *

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilâhî yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçice mimarî, içice benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak…

(1939)

 

 

 

 

KALDIRIMLAR 1

 

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

 

 

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

 

 

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

 

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi…

(1927)

 

 

 

KALDIRIMLAR 2

 

Başını bir gâyeye satmış kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!

 

 

Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

 

 

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

 

Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları…

(1927)

 

 

 

 

KALDIRIMLAR 3

 

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime, der.

 

 

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

 

 

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

 

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan…

(1927)

 

 

 

ALLAH VE ŞERİAT

 

Ne iştir, yarı iman, yarı inkâr giderler;
Güneşe var derler de ışığına yok derler!..

 

(1980)

 

AMAN

Aman efendim, aman!
Galiba Âhir Zaman!
Manzarası yurdumun,
Tufan gününden yaman!
Göz görmez aydınlıkta;
Asümanedek duman.
Yer dumanmış ne çıkar,
Duman dolu âsüman.
Türk evi delik deşik;
Yıkık dökük hânüman.
Duraksız itiş kakış;
Süresiz karman-çorman.
Anne çocuk doğurur,
Köpek soyundan azman.
Beyinler zıpzıp kadar,
Mideler koskocaman.
Aziz fikir buğdayı,
Katıra mahsus saman.
Boş lâf, hep dalga dalga;
Uçsuz bucaksız umman.
Hayvanlık orkestrası:
Eşek, birinci keman.
Orman keleş, nebat kel;
Nebat adamlar orman.
Midelerde ihracat,
Günde beş milyon batman.
Millî servet matbaa;
Bilmem kaç milyar harman.
Yangın evinde satranç;
Plân, reform ve uzman.
Tam birbuçuk asırdır,
Maymunlardan eleman.
Bizdeki hale nispet
Maymun taklitten pişman.
Hangi yol Türke uygun,
Hangi parti tercüman?
Çıkamaz meydanlara;
Camide mahpus iman!
Silâh küfrün belinde,
Küfrün elinde, ferman.
Cehle sorarsan, ilim;
Zehre sorarsan, derman.
Rahmet, meçhul kelime;
Bilinmez isim, Rahmân.
Kutsal kitaptır fuhuş;
Ahlâk, okunmaz roman.
Tarih, kontra gerçeğe;
Hürriyet hakka düşman.
Millete kasdedenin
İsmi millî kahraman.
Yere batsın bu dünya,
Bu dünyadan hayr uman!
Genç adam, at yorganı!
Sana haram, uyuman!
Aman, efendim aman!
Efendim, aman, aman!

 

 

(1964)

 

 

 

ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

 

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

 

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim !..

 

 

(1926)

Anneme

 

 

ANNEME

Anne girdin düşüme!
Yorganın olsun duam,
Mezarında üşüme!

 

 

Anlamam anlatamam;
Düşen düştü peşime,
Artık vâdeler tamam….

 

(1926)

 

 

 

ANNEME MEKTUP

Ben bu gurbet ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece , içine mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.

 

Böylece bir lahza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzelmekteyim.

 

Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye:
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben , üzülmekteyim.

 

 

(1924)

 

 

ANNENİN ÖLÜMÜ

-11-

 

Medine
Yolunda anne…
Ve yanında Nur-Çocuk…
Dönüşünde, betbeniz uçuk,
Bir menzile varıp yatağa düştü.
Geleceği, rüyasında, açık görmüştü:
Onun oğlu, onun oğlu, beklenilen Peygamber;
Fânileri sonsuzluğa erdirici son rehber…
Genç annenin dudağında bir hazin şiir:
Her diri can verir, her yeni eskir;
Öleceğim ben de, hakikat!
Kalacak ismim fakat.
Büyük toplumda,
Oğlumda…
Elveda!
Dinmekte seda.
Ve açılmakta kafes…
Nur-Çocuk gözü, son nefes…
Yanakları ıslak, eriyiş bitim…
Anneden de öksüz kaldı babadan yetim.
Melek dedi: «Sahibi yok, Sevgilinin, Yârabbi!»
Dedi Allah: «Sevgilimin ancak benim sahibi!»
Üzerinde hiç kul hakkı kalmasın diye,
Bu nasip Allah’tan O’na hediye.
Ümm-ü Eymen, sevgili dadı,
Onun, yanına aldı.
Yön, kutlu ülke,
Yol, Mekke…

 

 

 

N.F.K

Ayak Sesleri

 

 

AYAK SESLERİ

 

Hep bu ayak sesleri, hep bu ayak sesleri,
Dolaşıyor dışarıda, gün batışından beri.
Bu sesler dokunuyor en ağrıyan yerime,
Bir eski çıban gibi işliyor içerime.
Ey şimdi kara haber gibi bana yaklaşan,
Sonra saadet olup yanımdan uzaklaşan
Sesler, ayak sesleri, kesilmez çıtırdılar!
Bana gelen müjdeyi galiba caydırdılar.
Böyle adım atarlar, ayrılanlar eşinden,
Böyle yürür, gidenler, bir tabutun peşinden.
Kimsesiz gecelerim, bu kesik sesle doldu,
Artık, atan kalbim de bir ayak sesi oldu.
Bir gün, sönük göğsüme düştüğü vakit başım,
Benden ayrılıyormuş gibi bir can yoldaşım,
Gittikçe uzaklaşan bu sesi duya duya,
Yavaşça dalacağım o kalkılmaz uykuya…

 

(1925)

 

 

BACALAR

Görürüm, çıkmışlar, kararmışlar çatılardan,
Kemik bir kol nasıl fırlarsa mezardan.
Her ân, bir haberi kollar gibi yukardan,
Dipsiz maviliğin esrarını kurcalar,
Bacalar…

 

Kimi ince, kimi uzun, kimi de kısa ;
Dalmışlar başbaşa afyon çekerek yasa.
Onlar, insanların gözünde bir kartalsa,
İnsanlar, onların gözünde karıncalar,
Bacalar…

 

Kimbilir, belki de evlerin cinleridir;
Kolları bir dâvet gibi göğe yükselir,
Ölüler, ölüler, arka arkaya gelir,
Ruhların mehtaba daldığı taraçalar,
Bacalar…

 

Azap kuleleri, cüceleşmiş devlerin;
Kör mazgallarında raksı var alevlerin.
Öyle evcikler ki, tepesinde evlerin,
Kopuyor içinde görünmez facialar,
Bacalar…

(1930)

 

 

BENİM NEFSİM

Ruhuma bir kefen bezi yeter de,
Yetmez aç nefsime sırma ve ipek.
Çare yok, yüzünden düştüğüm derde;
Yesem de “toprakla karışık kepek…”

 

Güneşle bir tutsam girmez hizaya;
Dar bulur, sığmam der, dipsiz fezaya.
Kuyruk sallar, sonra hırlar ezâya;
Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!..

 

(1972)

 

 

BOŞ ODALAR

Şu karşı evin boş odalarında,
Duvarlara sinmiş bir hayâlet var.
Elinde mum, gece ortalarında,
Bucak bucak gezer, birini arar.

 

Camlar tutuşurken, eski kafesler,
Beyaz duvarlara aksetmiş, durur.
Dağınık sürüyü toplayan sesler,
Kapıya sokulup tokmağı vurur.

 

Sonra işitilir sert bir hıçkırık,
Basar odaları belirsiz cinler.
Karanlık avluda döner bir çıkrık;
Sanırsın, kundakta bir çocuk inler.

 

Akşam, dağılırken yerli yerine,
Bu evin önünde ürperiyorlar.
İçlerinden, kendi kendilerine:
Şu karşı ev tekin değil, diyorlar.

(1925)

 

 BOŞ UFUKLAR

 

 

Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
İyi insanlar iyi atlara binip gitti.

(1978)

 

 

 CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale;
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.

 

İstanbul benim canım;
Vatanımda vatanım…
İstanbul,
İstanbul…

 

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik…
Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat…
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mâna: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…

 

O mânayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul…

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar…
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir “Kâtibim”i…

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak…
İstanbul,
İstanbul…

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…

Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan
İstanbul,
İstanbul…

(1963)

 

 

 

CİNLER

 

Ne derlerse desinler,
Yakın dostlarım cinler…
Havanın ve alevin
Kemiksiz çocukları;
Yüzbir odalı evin
Haşmetli konukları,
Rüzgârdan topukları,
Yakın dostlarım cinler…

 

 

Kum gibi kalabalık,
Bin şekil ve bin kılık,
Suda bir gümüş balık,
Postacı güvercinler,
Zümrüt yüklü hecinler,
Yakın dostlarım cinler…

 

(1939)

ÇOCUK

Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;
Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…

 

Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;
Karıncaya göz atsa “niçin, nasıl?” ve hayret…

Fatihlik nimetinden yüzü bir nurlu bir mühür;
Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür.

Allah diyor ki: “Geçti gazabımı rahmetim!”
Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim…

Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın!
Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın!

İnsanlık zincirinin ebediyet halkası;
Çocukların kalbinde işler zaman rakkası…

(1983)

 

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

 

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!

 

(1931)

 

 

 

 

 

DAVET

 

-27-

 

 

Peçe altında davet;
Duvaklar şahid olun!
Fısıltılı bir halvet:
Dudaklar şahid olun!

 

 

Erkam’ın evi dolu;
İlklerin karakolu.
Önü uçsuz çöl yolu;
Uzaklar şahid olun!

 

İlkler, gençten ve kuldan,
Mustaripten, yoksuldan.
Baba ayrı oğuldan.
Ocaklar şahid olun!

Kureyşte tepki alay:
Bu ne acaip olay!
Hakaret dolay dolay;
Sokaklar şahid olun!

Dillerde bilmeceler,
Büyük günü heceler.
Şahid olun geceler.
Şafaklar şahid olun!

Ve emir: Bayrağı çek!
Putlar tepelenecek!
Küfür debelenecek!
Sancaklar şahid olun!
               N.F.K

DESTAN

 

 

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir lâf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey;
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!

(1947)

 

 

 

DÖVÜN

 

Ben ölünce etsin dostlarım bayram;
Üstüste tam kırk gün, kırk gece düğün!
Açı doyurmaksa kabirde meram,
Yemeğim Fâtiha, günde beş öğün.

 

 

Hey gidi gölgeler ülkesi dünya!
Bir görünmez şeyin gölgesi dünya!
Boşlukta ayrılık bölgesi dünya!
Bu dünyada yeme, içme ve dövün!

 

(1972)

 

 

 

 

DUA

 

Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme:
Başsız başsız adamlar…

 

 

Ağlayın, su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi !

 

(1944)

 

 

 

 

 

DÜDÜK

 

Maymunluk marşı çalan altı delikli düdük,
Elli yıl, koca millet, o düdükle yürüdük!

 

(1975)

 

EVİM

Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…
Garanti yok sen gibi faniye sigortada!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Bir köşende annanem, dalgın Kuran okurdu;
Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.
Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;
Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş…
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;
Bir yeni nesil geldi, üstüste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…
Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;
Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge…
Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;
Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!..
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!

(1982) 

GECE YARISI

Her gece periler uyur odamda,
Derinlerden gelir uzun nefesler,
Yanan mum bir rüya seyreder camda,
Bir ağır hastanın nabzıdır sesler.

Gittikçe alçalır, yükselir tavan,
Duvarda küçülür, büyür parmaklar,
Elbisem çivide canlanır o an,
İçinde bir başka vücudu saklar.

Her perdeden çıkar sivrisinekler,
Sanki bir tel gevşer, bir tel burulur.
Sokakta uyanık kalan köpekler,
Yıldızlara bakıp durmadan ulur.

Birdenbire bir şey çıtırdar, derken,
Merdivenden gelir bir ayak sesi.
Basamaklar birer birer esnerken,
Kilitli kapının düşer perdesi.

Gözler parlayınca karanlıklarda,
Kemikten parmaklar terimi siler,
Yanyana oturmuş, bekler dışarda,
Sarışın kediler, siyah kediler…

(1925) 

GEÇİLMEZ

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

İçeride bir has oda , yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.

Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.

Varlık niçin, Yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.

Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.

Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.

Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!

(1983) 

 

 

 

GELİYORUM

 

Geliyorum!
Tülbent içinde çenem;
Eski kütükte senem;
Geliyorum!

 

 

Meliyorum!
Dağlar hasret duvarı…
Dağıttılar davarı,
Meliyorum!

 

 

Deliyorum!
Zaman kesik ve çabuk;
Her kelime bir kabuk,
Deliyorum!

 

Eliyorum!
Akıl sormaya mecbur;
Gökleri kalbur kalbur
Eliyorum!

Çeliyorum!
Ey nefs keyfince dayat!
Bir çelmelik hayat!
Çeliyorum!

(1982) 

GÜNÜMÜZE KASİDE

Akıl küt, fikir herze,
Din öksüz, dil kepaze.
Bin yıllık koca devlet
Açıkta bir cenaze.
İktidar, vurdum-duymaz,
Muhalefet geveze.
Anarşi, kanlı goril,
Gardiyanı şempanze.
Ne mal, ne ırz, ne de can,
Ne denge, ne şiraze!
Bas parayı, bas gitsin.
Varsın, çoksun endaze!
Boşalt, deryayı boşalt!
Bir damlacık pekmeze!
Mebus maaşı dünün,
Bugün üç kilo sebze.
Dar boğaz önlemleri
Dağ yığmaktır pürüze.
İşçiye gözbağcılık,
Turiste lüpten meze.
Gel de dirhem gübre bul,
İş kaldı mı dövize!
Sadaka veren olmaz,
Damarı çatlak yüze!
Bir masaldır kalkınma,
Yırtık balondan füze.
Ağır sanayi çarkı
Hasret çeker öküze.
TRT’den sorarsan,
Komüniste yelpaze.
Mukaddes emanetler
Satılık birkaç yüze.
Fatih’tan kalan mâbed,
Küfür ambarı müze.
Puta tac giydirir de
Kıyarlar ölümsüze.
Sağa hiçbir geçit yok,
Sola her türlü vize.
Bütün bunlar bağlıdır,
Devrim adlı merkeze.
Tarih bir yangın yeri,
Vatan Darülaceze.
Yanık ampule kurban,
Güneş saçan avize.
Ey şeddeli eşşeklik,
Anırışta cerbeze!
Bir harf bile değilsin,
Elif üstünde hemze.
Milletin delik kalbi,
Senin çenende gamze.
Yahu, bir parça haya,
Bir nebzecik, bir nebze!
Böyleyken ayaktasın
Tersine bir mucize!
Hazır mısın MSP,
CHP’ye ta’vize?
Söyleyin a dostlarım,
Bu yol çıkar mı düze?
Bu idare varır mı,
Bahardan sonra güze?
Hani o ses: yetiştim,
Diye millî âvâze?
Meydanı dümdüz etmek
Müslümana farîze.
Bize Allah acısın;
Allah, Celle ve Azze…

(1979) 

 

 

 

 

GURBET

 

Dağda dolaşırken yakma kandili,
Fersiz gözlerimi dağlama gurbet!
Ne söylemez , akan suların dili,
Sessizlik içinde çağlama gurbet !

 

 

Titrek parmağınla tutup tığını,
Alnıma işleme kırışığını
Duvarda, emerek mum ışığını,
Bir veremli rengi bağlama gurbet !

 

 

Gül büyütenlere mahsus hevesle,
Renk renk dertlerimi gözümde besle !
Yalnız , annem gibi , o ılık sesle,
İçimde dövünüp ağlama gurbet !…

 

(1923)

HALİMİZ

Nedir Allahım, nedir, bu diyarın şu hali
Bezginlikten ruhunu kaybetmiş bir ahâli;
Ve bir mecnun idare, tam da hastahanelik…
Öyle davranışlar ki, destanlık, efsanelik…
Ne bilgi, ne düşünce, ne gelenek, ne nizam;
Anladıkları tek şey zam ve zam üstüne zam.
Binada mukavemet hesabı var, bilmezler;
Önün uçurum dersin, eğil bak; eğilmezler.
Resmî geliri dörtse, gideri kırk, aile…
Ahlâkî-iktisadî, bu ne biçim hâile?
İş mi; kullanılamaz insan gücünü ihraç!
Millî aczi satarak elde edilen haraç…
Bu iş, gâvurdan, millî acze kira istemek;
Ben bir beygir gücüyüm, onu sen kullan, demek!..
Üstelik gelen para küflendikçe kasada;
Bataklıkla kuraklık, yanyana piyasada.
Habire enflâsyonla sağlanan ödemeler;
Ve üstelik, bu vatan kalkmıyor, demeler…
Bir deli ki, avlanır, güya çıkarken ava;
Ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva.
Hepsinden baskını şu: Particilik gayreti!
Kahramanları sahte, dünyaları iğreti.
Alternatif, paralel, boş kelimelerden sis;
Hepsinde “ben” dâvası; aşk ölü, vicdan hasis.
Mehmetçiğin sırtından birbirini gammazlar;
Kıbrıs’a köprü kurar, hükümet kuramazlar!
Kurt, kuzu ve ot nasıl geçirilir karşıya?
Oy boncuğu sürmenin tam zamanı, çarşıya!
Bütün hesapları bu, bütün kaygıları bu!..
Ve rejim, ellerinde el sürülmez bir tabu.
Örter de toprak saçıp, köpek, kazuratını,
Gezdirir mini etek köpeklik berâtını…
İslama serbest olan camilerde mahpusluk;
İman, fikir, ruh, lisan, suyu kesilmiş musluk.
Kalpleri dinler sağır, kılavuzluk eder kör;
Dindara çağ dışı der, çağı bilmez profesör…
Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim!
Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim;
Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.

(1974) 

 

HAYA

Günahiyle övünmek hayâsızlıkta doruk;
Hele gençlik hırsını lâfta sürdüren moruk!..

(1983) 

HİCRET

-31-

 

Mekke’yle Medine arası yollar;
Çizik çizik, hasret yarası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah’a varası yollar.
Mekke’yle Medine arası yollar…
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin;
Hicret, yurt dışında aranan destek;
Dâva sahibine öz yurdu köstek.
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezin çevreden fethidir istek.
Hicret, yurt dışında aranan destek;
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber;
Ufukta, varılmaz gayeden haber.
O ki, eteğinde, ufuk ve gaye;
O ki, Gaye-İnsan, Ufuk-Peygamber.
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber;
Ayakta, Medine Müslümanları,
İslâmın «Yardımcı» kahramanları…
Resuller Resulü uğrunda feda,
Malları, canları, hânümanları…
Ayakta, Medine Müslümanları. 

                             N.F.K

 

HÜRRİYET

Hürriyet hokkabazlık, gökte havai fişek;
Toprakta da hürriyet diye tepinir eşek…

(1974) 

İ

 

DEOLOCYA

 

Gerçek İslâm… Yeni vecd, yeni nizam, yeni yurt…
Gerçek İslâm… Ne yobaz, ne put adam, ne bozkurt…

 

(1980)

 

 

 

 

 

İSLÂM

 

Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;
Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm…

 

(1976)

 

 

 

 

KADER

 

Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı;
Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı!…

 

(1976)

 

KAFİYELER

Ne diye,
Bu şuna,
Şu, buna,
Kafiye?
Başa taş,
Aşa yaş,
Hey’e ney,
Tuhaf şey!

Kafiye
Mantığı,
O mantık!
Hediye
Sandığı,
Bu sandık!
O mantık,
Bu sandık-
ta sandık,
Ve yandık .
Ne yandık!

Hendese,
Kümese
Tıkılmak.
Hadise
Kırkayak.
Adese,
Oyuncak.
Vesvese,
Gökbayrak.
Ölümse,
Gel dese;
Tak, tak tak!
Mu-hak-kak!

Sorular
Sordular;
Neden çok,
Nasıl yok,
Niçin var?

Sanatsız
Papağan,
Neden çok;
Ve atsız
Kahraman,
Niçin yok?

Çok ve yok,
Yok ve çok,
Aç ve tok,
Tok ve aç;
Tut ve kaç!
Saklambaç.

Neden çok,
Nasıl yok,
Niçin var?

Niçin’i
Boğarken
Piçini,
Yatakta
Bastılar,
Şafakta
Astılar.

Ve derken:
Nasıl yok
Niçin var?

Bir varmış,
Bir yokmuş.
Kararmış
Ve kokmuş
Dünyamız.
Rüyamız
Kapkara.
Manzara:
Gebeler
Döşeksiz.
Ebeler
İsteksiz.
Kubbeler
Desteksiz.
Habbeler
Süreksiz.
Türbeler
Meleksiz.
Tövbeler
Gerçeksiz.
Cübbeler
Yüreksiz.
Cezbeler
Şimşeksiz.
İzbeler
Emeksiz.
Heybeler
Ekmeksiz.

Kafiye,
Hikâye!
Dava tek:
Ölmemek!
Peygamber!
Ne haber?
Bir batan
Var: Vatan!
Kandil loş,
Ocak boş;
Ve dağ dağ
Elveda!

Gitme kal!
Nefes al!
Emir tez,
Bekletmez!
Ve o nur
Bulunur!
İşte iz!
Geliniz!
Toprak post,
Allah dost…

(1972) 

 

 

 

KARACAAHMET

 

Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta…
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedî gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedî gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpâre ân, ne kesiklik, ne bölüm…
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başacık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!

 

(1969)

 

 

KORKU

-23-

Döşekte, koynuna almış gaibi,
Titriyor, örtüler altında Nebî.
Devletinden O’na sır verilmemiş;
Makamı ve hali gösterilmemiş.
Yok, nebîliğinden henüz bir koku…
Nedir, ne oluyor? Ve büyük korku!…
Kalmamış başına yastığında yer,
Çöker mi acaba bastığında yer?
Kül olmak var, zaman bir lâhza dursa…
Soruyor: Ya bana bir hal olursa?
Korkma, bir şey olmaz, diyor Hadice;
Gidiyor, Varaka adlı bilgice.
Hadicenin yaşlı adam, yeğeni;
Diyor ki: «Yıllardır beklenen yeni,
Ve son Peygambere bunlar işâret.
Sana müjde: O’na sabır, cesaret…
Gördüğü o şekil, ederim yemin,
Musa’ya görünen Cibril-i Emin…»
O’na da rastladı bir gün ihtiyar,
«Müjde olsun, dedi; Allah sana yâr!
Sen O’nun en büyük Peygamberisin!
Tevekkülle bekle, zamanı gelsin…
O gün kavmin düşman olacak sana.
Keşke düşebilsem ben de arkana;
Seni canla başla koruyabilsem…
Yetişir miyim tek, o güne bilsem?»
Doğru; eza çeker kavminden nebî;
Budur nebîliğin ulvî nasibi…
                        N.F.K 

KORKUYORUM

Su çekildi, göründü sanki zamanın dibi,
Korkuyorum, bu akşam kıyamet varmış gibi…

(1977) 

LÜGAT

Tutuşturanlar, lügat kitabını elime,
Bilsin: Allah’tan başka bilmiyorum kelime.

(1973) 

 

MAĞRA

-32-

Burası Sevr mağrası,
Sır menzili, burası…
Işığı karanlıktır;
Ve sessizlik, nârası.
Deliğinde perdedar,
Bir örümcek tuğrası.
Mağrada gizlendiler.
Boşuna izlendiler.
Burası Sevr mağrası,
Sır menzili burası.
Ebubekir zikirde,
Kalbini yuğurası.
Kalbinde nakış nakış,
Nur yüzün hatırası
Zikirde Ebubekir;
O’nun emriyle zikir.
Burası Sevr mağrası,
Sır menzili burası,
Yüce Allah isminin,
Kalb içinde mecrası;
Ötesi ötelerin,
Verâların verâsı…
Sevr mağrası ilk eşik;
Bâtın ilmine beşik…
Burası Sevr mağrası,
Sır menzili burası.
Zikir, zikir, hep zikir;
Büyük visal, sonrası.
Ebubekir’e teslim,
O’nun gönül mirası.
İşte ebedî kanun:
İç ve dış, her şey O’nun…

                   N.F.K

MUHASEBE

Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!
Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide!
Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?
Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık;
Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.
Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.
Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!!
Sen, cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!
Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle…
Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!
İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?
Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen…
İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…
Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!
Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kâğıdından, bütün iş kopya almak;
Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.
Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!
Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lâfını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta!
Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni;
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?

(1947) 

NAMAZ

Namaz, sancıma ilaç, yanık yerime merhem;
Onsuz, ebedî hayat benim olsa istemem!

(1978) 

 

 

 

O ERLER Ki…

 

O erler ki, gönül fezasındalar,
Toprakta sürünme ezasındalar.

 

 

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.

 

 

İçine nefs sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.

 

Günü her dem dolup her dem başlayan
Ezel senedinin imzasındalar.

Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.

Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar

Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allahın rızasındalar.

(1983)

 

 

 

ÖMER MÜSLÜMAN

 

-28-

 

 

Bir garip zaman oldu.
Ortalık duman oldu.
Bildikleri düşman oldu.
Havuzlar umman oldu.
Ömer müslüman oldu.

 

 

Sözü sözdü, gerçekti;
O’nu öldürecekti.
Ömer kılıcı çekti.
Göklerden ferman oldu.
Ömer müslüman oldu.

 

Ona yolda bir adam,
Dedi; «Vurmaksa meram,
Senin kardeşin islâm!»
Olanlar yaman oldu.
Ömer müslüman oldu.

Kızkardeşi! Hakikat!
«Müslüman mısın?»… Tokat!
Kan içinde bir surat!
Sonunda pişman oldu.
Ömer müslüman oldu.

«O ses, sokağa vuran,
Nedir?»… «İşte bak, Kur’ân!»
Baktı, çarpıldı bir ân…
İçi süt liman oldu.
Ömer müslüman oldu.

Kur’ân, esrar oluğu…
Sonsuzluğun soluğu…
Gösteren ok, kulluğu…
İnkârı iman oldu.
Ömer müslüman oldu.

 

 

 

                    N.F.K

OTEL ODALARI

Bir merhamettir yanan, daracık odaların,
İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında.

Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü aynalarında, küflü aynalarında.

Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam,
Kırık masalarında, kırık masalarında.

Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır,
İzbe sofalarında, izbe sofalarında.

Atıyor sızıların, çıplak duvarda nabzı,
Çivi yaralarında, çivi yaralarında.

Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.

Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında !..

(1927) 

 

 

O’NUN ÜMMETİNDEN OL

 

Beri gel, serseri yol!
O’nun Ümmetinden ol!
Sel sel kümelerle dol!
O’nun Ümmetinden ol!

 

 

Sen, hiçliğe karşı yön!
Hep sıfır, arka ve ön!
Dosdoğru Kâbe’ye dön!
O’nun Ümmetinden ol!

 

 

Gel, dünya, murdar kafes!
Gel, gırtlakta son nefes!
Gel, Arşı arayan ses!
O’nun Ümmetinden ol!

 

Solmaz, solmaz; bu bir renk…
Ölmez, ölmez; bir âhenk…
İnsanlık; hevenk hevenk,
O’nun Ümmetinden ol!

Gökte çakıyor haber,
Geber çelik put geber!
Doğrul yeni seferber,
O’nun Ümmetinden ol!

(1949)

 

 

 

RUH

 

Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.
Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek,
O kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım,
Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!

 

 

Ve birden bakacağım, her tarafım bitişmiş,
Başım toprak altında bir mâden gibi pişmiş.
Nefesten daha ince bir ipek kumaş derim;
Fosfordan daha parlak, ince uzun ellerim.
Dalacağım kendimin hayran hayran seyrine,
Diyeceğim; Bu dönen şeyler eski yerine,
Benim diye baktığım şeyler miydi bir zaman?
Külümün rüyası mı yoksa gördüğm?.. Aman!
Başımda açılacak fânîlerin seması,
Ve onların toprağa gerçek diye teması,
Bir tatlı veim gibi içimi bayıltacak;
Toprağın, koşacağım, üzerinde yalnayak;
Şehrin, dolaşacağım kuş gibi etrafında;
Bir beyaz hayaletin upuzun çarşafında,
Gezeceğim, doğduğum evin odalarını,
Geceleyin, koskoca şehrin lâmbalarını,
Bir keskin üfleyişim söndürmeye yetecek;
Korku, şehrin çelikten sesini tüketecek.
Herşey susacak o ân, çalınacak kapılar;
Kiremitleri yaprak yaprak alan bir rüzgâr,
Ağzımdan haykıracak, uzun, gizli, çarpışık…
Erişilmez fikir ki, düğüm düğüm dolaşık…
Sarıldıkça boşanan yumak, çözülen demet;
Başı görünmez hayâl, sonu gelmez nedâmet…

 

(1931)

 

 

 

SAHABî

 

-50-

 

 

Müslümanda O’na bir anlık bakış;
Yahut O’nun bir ân olsun, gördüğü…
İşte sahabîlik!.. Ruhta bir nakış;
Hep o nurun ince ince ördüğü…

 

 

Dört köşeli ulvî şekil; sırayla,
Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali…
Yanmış da her biri aynı çırayla,
Her birinin yine bambaşka hali.

 

Dört camlı bir fener; merkezde o Nur;
Merhamet, adalet, edep ve hikmet…
En yüce insanda nasıl bulunur,
Bu dört faziletten gayrı bir kıymet?..

Dörtler, yüceliği tamamlayanlar;
Camlarına göre verenler ışık…
O Nurla sonsuzu selâmlayanlar;
O Nur sütununda renk renk sarmaşık.

Saf saf, kol kol, bölük bölük sahabî;
İlkler, müjdeliler, daha ne ve ne?..
Ateşle mühürlü hepsinin kalbi;
Hakta, aşkta, şevkte hepsi dîvane.

Ümmet caddesinde, o gün bugündür,
Sahabîye nispet, taşlar hep moloz.
«En üstün velîden daha üstündür,
Sahabî atının burnundaki toz.»

(Son iki mısranın çerçevelediği kıyas Abdulllah İbn Mübarek Hazretlerine aitir.)


 

 

 

SÜLEYMANNAME

 

Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dâva yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bu zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Millî yekpârelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün!
Ve devlete mason biraderlerin,
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sırdır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflâsyon;
Bir felâketsin ki, binbir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satın alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclise gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin baş keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belâların son püskülüsün!

 

(1971)

 

 

UTANSIN

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylân, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa, bırak utansın!
Ey binbir tanede solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın!

 

(1964)

 

 

 

 

YAHUDİ

 

-37-

 

Nerde yahudi, nerde gerçek İsrail oğlu?
Yahudi, tıkayandır Allah’a giden yolu!
Aynı ırk mayasından, ayrı hamur, ayrı döl;
Sonra hep aynı parça, istersen milyona böl!
Yahudi, dölleşmesi, resule hiyanetin;
Ve hedefi, Kur’ânda, Haktan gelen lânetin.
İlk defa hiyaneti, kendi öz nebîsine;
İnsanlık yahudide şahit en habîsine.
Evet, zehirlilerin zehirde en korkuncu!
İman kervanlarına pusu kurmuş soyguncu.
Medinede kuruldu, onunla münafıklık;
Peşinden, dümdüz giden yolda binbir sapıklık…
İlk iş, alçak bir tuzak bir müslüman kadına.
Sürüldü Medineden, bakamadan ardına.
Derken Nadr Oğulları… Resule karşı hile;
Tepelendi, ahdini tepeleyen kabîle.
Nihayet yüzündeki katil peçeyi yırttı.
Küfrü İslâma karşı hizip hizip kışkırttı.
Mekkeye haber saldı: «Çabucak birleşelim!
Kaynaşıp tunçlaşalım, pişip demirleşelim!
Bizde kılıç, bizde ok, bizde at, bizde pusat;
Bu, gelişen İslâmı toslamaya son fırsat!
Yapışmanın zamanı, artık yakalarından;
Siz önlerinden vurun, biz de arkalarından!»
Yahudi kışkırtması bütün küfrü bürüdü.
Ve hizipler toplanıp Medineye yürüdü.
                                         N.F.K

 

 

 

YASAKLAR

-36-

 

Uhud’un ardından yasaklar geldi.
Üstüste üç kere şarap yasağı…
Üçüncüsü artık mutlak temeldi;
Belirdi işlerin soliyle sağı.
Sağda emirler var, solda yasaklar;
Biri «Evet!» emri, öbürü «hayır!»
Onlar çifte kutbu içinde saklar;
Her yasak bir şerdir, her emir hayır.
Haktan uzaklaşmak, günah denilen;
Günahsızlık tavrı en büyük günah.
Yaradandan, tek şey var, istenilen:
Affet bizi, Rahman ve Rahîm Allah!..
Şarap seli, şehrin sokaklarında…
Kapılar açılmış, döken dökene…
Sonsuz hayat, dinin yasaklarında,
Nefsini günahtan çekip sökene…
Sarhoş ayarını bozan, kalbinin;
Kalbinde ilâhî nuru karartan…
Ne vahşet, lutfunu tepmek Rabbinin;
Ve ne korkunç, gönül tahtında şeytan!…
Tam üç yasak: Şarap ve fal ve kumar…
Kumar, yüz çevirmek, aziz emekten.
Putlara niyetten insan ne umar?
Korkmaz mı gaibi didiklemekten?..
Mukaddes şeriat; mimarî, nakış;
Yasaklar, emirler, ölçüler, yönler…
Uhut’un ardından duraksız akış;
Artık bu akışı hangi sed önler?…
                                   N.F.K


 

 

 

 

YOLCULUK

 

Yolculuk , her zaman düşündüm onu ;
İçimde bu azgın davet ne demek ?
Oraya , neredeyse güneşin sonu,
Uçmak , kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.

 

 

Atımdan kaydırdı bir el minderi;
Herkes yatağında , ben ayaktayım.
Bir gece , rüyada gördüğüm yeri,
Gözlerim yumulu, aramaktayım.

 

 

 

Beni çağırmakta yabancı dostlar;
Bu doslar ne güzel , dilsiz ve adsız.
Eski evde , şimdi bir başka ev var:
Avlusu karanlık, suları tadsız.

 

Her akşam , aynı yer, aynı saatta,
Güneşten eşyama düşen bir çubuk;
Yangın varmış gibi , yukarı katta,
Arkamdan gel diyor, sessiz ve çabuk !

Başım, artık, onu taşımak ne zor !
Başım , günden güne kayıtsız bana.
Dalında bir yaprak gibi dönüyor,
Acı rüzgârların çektiği yana…

(1936)

 

 

 

 

ZİNDANDAN MEHMED’E MEKTUP

 

Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta…
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
Kavuşmak mı?.. Belki… Daha ölmedim!

 

 

Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli…
Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

 

 

 

Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

 

Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil…

Müdür Bey dert dinler, bugün “maruzât”!
Çatık kaş… Hükûmet dedikleri zat…
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem…
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayı var, maltada hızaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtmuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…
Yalnız seccademin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!

Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler…
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!

Sükût… Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir…
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir…
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.

Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
İplik ki, incecik, örer boşluğu.

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

(1961)

 Necip Fazıl Kimdir

Milletçe yüzyıllar boyu yaşadığımız büyük bir entelektüel fetretin ardından belki de en büyük sanat, fikir ve aksiyon adamımız olarak yetiştirdiğimiz Üstad Necip Fazıl Kısakürek, çeşitli sebeplerle yalnızca şairliğiyle öne çıkarılmış olsa da, bir nesli yoğurmuş ve mukaddesatçı kesimin münevverleri üzerinde büyük tesire sahip olmuş, gayet mühim, çok yönlü ve dikkate şayan bir dehadır. Bu kısa biyografide kendisi hakkında yeterli derecede bilgi verebilmemiz ve “Necip Fazıl kimdir?” sualini tam manasıyla cevaplandırabilmemiz elbette ki mümkün olmayacaktır. Fakat ümit ediyoruz ki, onun ne derece mühim bir şahıs olduğunu gösterebilmek adına anlatacaklarımız, deryada katre misali, zihinlerde onunla alakalı küçük bir portrenin oluşmasına vesile olacaktır. Biyografilerin sahip olduğu kemmiyet hududunu da göz önünde bulundurmak mecburiyetinde olduğumuz bu yazıya başlamadan evvel, Üstad’ı biraz daha yakından tanıyabilmeniz için sizleri sitemizin diğer bölümlerini de mutlaka gözden geçirmeye davet ediyoruz.

Necip Fazıl (Ahmed Necib) Kısakürek, 26 Mayıs 1904′te, Çemberlitaş’taki bir konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey‘in oğlu olarak dünyaya gelir. Dedesi; II. Abdülhamid Han’a bir cuma namazı çıkışı suikast girişiminde bulunan Ermeni asıllı Belçikalı terörist Charles Edward Jorris’i yargılayan ekibin başında yer alan, gençliğinde ileride damadı olacağı Halep valisi Salim paşa tarafından Maraş’ta keşfedilip İstanbul’a tahsil için getirilen Legion D’Honneur sahibi Mehmed Hilmi Efendi‘dir.

Çocukluğu doğduğu konakta geçen Necip Fazıl, aile eğitimini daha ziyade Mehmed Hilmi efendi’den alır. Henüz 5 yaşındayken günlük gazeteleri okuyup çevresindekilere anlatabilecek birikime sahip olan torununu “Akl-ı evvel” sıfatıyla çağıran Mehmed Hilmi Efendi, hem konağın diğer sakinlerine karşı bu torununu şımartmakta, hem de onu Fuzuli’nin divanıyla ve Hazret-i Ali’nin cenk hikayeleriyle beslemektedir. Çocukluğunda hayli yaramaz olan Necip Fazıl’ı zararsız görünen işlerle meşgul edebilmek için, 6-7 yaşlarından itibaren Alexandre Dumas ve Michael Zevaco gibi romancılarla tanıştıran büyük annesi Zafer hanım ise, şahsiyetiyle olmasa da, bu hareketiyle Necip Fazıl’ın ruhi gelişiminde mühim bir pay sahibi olmuş; onun geniş muhayyilesini cezbeden bu romanlarla, arzuladığı manada sükunet bulmasını bir ölçüde sağlayabilmiştir. Fakat bu romanların da tesiriyle Necip Fazıl; ilaçları birbirine karıştırarak kimsenin bulamadığı bir karışımı elde etmeye çalışan, mahzenlerde gizli katilleri arayan, şovalyelerle kendisi arasında bir benzerlik kuran, çevresine karşı içten içe korkular besleyen bir çocuk haline gelir ve bu özellikleriyle etrafındakilerden kolayca ayrılabilmesini sağlayan bir ruh haline sahip olur. Evvela kızkardeşi Selma‘nın, 12 yaşındayken de konaktaki hamisi Hilmi Efendi’nin vefatlerine şahit olması da onun kişiliğini derinden etkileyen iki sarsıcı hadisedir. Ölüm fikri, zaten metafizik ürpertilere müsait olan Necip Fazıl’ın ruhunu bu dönemlerde olanca şiddetiyle kaplamaya başlar.

Necip Fazıl’ın tahsil hayatı kesintilerle doludur. Bu kesintilerin bir kısmı mesken değişimlerinden kaynaklanmış olsa da, diğer değişimlerin onun kaynayan, sınırlanmaktan hoşlanmayan ruh halini aksettirdiğini belirtmek gerekir. Necip Fazıl; Gedikpaşa Fransız ve Kumkapı Amerikan Kolejlerinden başlamak üzere, Emin Efendi Mahalle mektebi, Büyük Reşit Paşa Numûne mektebi, Rehber-i İttihad-ı Osmanî Mektebi, Gebzedeki Aydınlı köyü ilk mektebi ve Heybeliada Numûne mekteplerinde okur. 1916′da girdiği Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Şahane’de Yahya Kemal, Aksekili Ahmed Hamdi ve Hamdullah Suphi gibi hocalardan ders alır ve tasavvufla ilk teması da bu okuldaki edebiyat hocası İbrahim Aşki (Tanık) Bey’in kendisine verdiği Semerât-ül Fuad (Gönül Verimleri) ve Divan-ı Nakşî eserleri vasıtasıyla gerçekleşir. Bu eserler o dönem için kendisini etkilemiş olsa da bu çağlayan dimağı tek başlarına tam tesiri altına alamamıştır. Yalnız, Necip Fazıl’ın gerek ilk şiirlerinde göze çarpan yüzeysel tasavvuf bilgisi, gerekse de 1934 yılında gerçekleşecek olan büyük değişim, bu günlere ve İbrahim Aşkî Bey’e az-çok birşeyler borçlu olmalıdır. Ayrıca bu dönemde, “Şair” lakabıyla tanınmaya başlayan Necip Fazıl, Aksekili Ahmed Hamdi, İbrahim Aşki ve Yahya Kemal gibi hocalarından takdir ve teşvik toplamaktadır. Bu esnada, mektepte, Nihal isimli el yazması bir dergi çıkarmaya da başlar.

Necip Fazıl, hazırlık sınıflarından sonra 3 yıl daha okuduğu Bahriye Mektebi’ne bir sene daha eklenince okulu bırakmaya karar verir ve ilk 3 seneyi bitirdiğini gösteren diplomasıyla Darülfünûn Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi’ne girer. Bu esnada, ilk şiirlerini 13-14 yaşlarındayken Yeni Mecmua’da yayınlatarak edebiyat dünyasında sesini duyurur; Ahmet Haşim’in “Çocuk, bu sesi nereden buldun sen?” hitabına henüz 18 yaşında muhattap olur. Takip eden yıllarda her biri edebiyat çevrelerinden büyük takdirler toplayan ilk dönem şiirlerini yazmaya devam eden Necip Fazıl, 1924′te açılan bir sınavı kazanarak 4 arkadaşıyla beraber Paris Sorbonne üniversitesine devlet bursuyla gönderilir. Burada Henry Bergson’un derslerine girme fırsatı da bulan Necip Fazıl, 20. Yüzyıl tefekkürünün bu mühim kilometre taşını etkileyecek ve ona Sorbonne’dan emekli olduğu gün yöneltilen “Yerinize bırakabileceğiniz herhangi bir talebeniz var mı?” sualine, “Yeni nesilden pek umutlu değilim. Bir Türk vardı, o da derbederin biri çıktı” dedirtecektir. Zira bu yıllar, Necip Fazıl’ın bohem hayatına adım attığı dönemlerdir ve özellikle de kumar, bu yıllarda onun gafleti bulmaya çalıştığı; nefsine acı çektirme arzusuyla, kazanma umut ve isteği olmadan içine düştüğü bir hastalık olarak karşısına çıkar. Bu hayatın neticesinde Necip Fazıl okulu bırakmak durumunda kalır ve 1925′te Türkiye’ye geri döner.

Aynı yıl içerisinde yayınladığı Örümcek Ağı, kendisinin ilk şiir kitabı olur ve büyük bir takdirle karşılanır. 1928′de bu eseri Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı takip eder. Toplamda 128 sayfaya ulaşan bu iki eser hakkında yazılanlar, eserlerin sayfa sayısını katlayacak kadar çok olur. Özellikle Kaldırımlar şiiri, çoğunlukla da şiirin aslında bir fikir çilekeşinin iç tasvirini yaptığı gerçeği görülemeyerek heyecanla övülür. Hakkında kullanılan “Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter (Yaşar Nabi)”, “Şimdiye kadar gelen şairlerin en büyüğü (N. Ataç)” gibi ifadeler de bu dönemde yoğunlaşır. Fakat Necip Fazıl’ı övme yarışına giren bu insanların neredeyse hepsi, Necip Fazıl kendisini Üstad kılan yola girdiğinde bir anda ona cephe alarak çap ve samimiyetlerini ortaya koyacaktır. Necip Fazıl bu yıllarda Bohem hayatını sürdürmekte, aynı zamanda bankacılık ve gazete muharrirliği gibi işlerle de haşır-neşir olmaya devam etmektedir.

1931-1933 yılları arasında askerliğini yapan Necip Fazıl, 1932 yılında eski ve yeni şiirlerinin bir karışımını barındıran Ben ve Ötesi adlı eserini bastırır. Bu kitabın özellikle son şiirlerinden, Necip Fazıl’ın bu dönemde metafizik sancılar çekmekte olduğunu ve uçlar arasında müthiş bir dalgalanma yaşadığını anlamak mümkündür. 1934 yılına gelindiğinde buhranları artar ve çektiği fikir ıstıraplarıyla boğuşmaktan kaçmak için bohemliğin kucağına atılır. Fakat bu tercihin de kendisini düşünce sancılarından kurtarmadığını, herşeyin daha da kötüye gitmeye başladığını anladığı bir sırada, bindiği bir vapurda karşısına oturan ve kendisine Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni adres gösteren, Hızır edalı bir insanla rastlaşır ve Abidin Dino’yla beraber daha sonra “kurtarıcım” diyeceği Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni ziyarete gider. Bu hadise, onun hayatındaki en önemli dönüm noktasıdır. Bu ana kadar çevresinde neredeyse mitleştirilen Necip Fazıl, arayış buhranlarından büyük ölçüde kurtulacak ve keskin kalemini bir davaya adayarak inandığı davanın en büyük savunucusu, edebi ve fikri temsilcisi haline gelecektir. Necip Fazıl’ı o zamana kadar ulaşılması imkansız bir zirve olarak gören dönemin aydınları, kendisinin İslamî gaye doğrultusunda fikir ve sanatını kullanmaya başlamasının ardından gösterdikleri yakın alakayı düşmanlığa dönüştürür ve onunla fikirde mücadele etmeyi denemektense, gericilik gibi basit ithamlarla meseleyi çözmeye çalışır. fakat bu tavırlarında yeterince başarılı olamayarak Üstad’ın çevresine olanca parlaklığıyla yaydığı ışığı engellemeye güç yetiremedikleri de bir hakikattir. 1934 yılına kadar gireceği yolu arayan Necip Fazıl, bundan sonraki buhranlarını yol aramaktan ziyade, inandığı davasıyla ilgili olarak yaşamaya başlar ve içtimai mücadelesinin yankı bulabilmesi için pek çok çileye katlanır. 1934, Necip Fazıl’ın ikinci doğum yılıdır.

Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanışmasının ardından kısa bir süre için bohem hayatına döner, fakat Efendisinin yanında bulunduğu anlarda yakaladığı ruh sükunetine daha fazla karşı koyamaz ve arayışını “büyük kapı”da sonlandırır. Artık önünde, dehasını İslam davasına vakfedeceği ve bu uğurda çetin mücadelelere girişeceği, hapislere gireceği, çileler çekeceği bir yol açılmıştır.

1935 yılında Muhsin Ertuğrul’un tavsiyesiyle ilk piyesi olan Tohum‘u kaleme alır. Muhsin Ertuğrul’un da rol aldığı bu piyes sanat çevrelerinden büyük ilgi gördüğü halde, eserdeki olaylar, yoğunlaştırılmış fikrin gölgesinde kaldığı için halkın ilgisi toplanamaz. Tohum‘dan edindiği bu tecrübeyi çok iyi bir şekilde etüd eden Necip Fazıl, 1937 yılında kendisinin Türk Shakespeare’i olarak anılmasının yolunu açan, Bir Adam Yaratmak adlı, Türk tiyatrosunun zirvesini tutan eserini yayınlar. Eser o kadar büyük bir tesire sahip olur ki, tiyatronun gösterildiği salonlarda eserden etkilenip bayılanlar olur; yer bulamayanlar seans beklemek durumunda kalır. Hem olay örgüsü, hem de diyalogların içerisinden sızan derin fikir bu eseri bir şaheser haline getirir. Kendi yaşadığı fikir buhranlarını muhteşem bir üslupla, olanca çarpıcılığıyla seyirciye aktarmayı başarabilen Necip Fazıl’ın bu oyunu Muhsin Ertuğrul tarafından büyük bir zevkle sergilenir. Öyle ki Muhsin Ertuğrul, 39 derece ateşli olduğu zamanlarda dahi bu oyunu oynamaktan çekinmez. Oyunun oynanmakta olduğu dönemlerde Mihailov ismindeki bir Rus ateşesi, Necip Fazıl’a şöyle demiştir: “Bize senin gibi adamlar lazım. Komünist olacağını bilsek sana Moskova’nın yarısını verirdik, fakat olmayacağını biliyoruz.”

Necip Fazıl, 1936 yılında dönemin sosyalist olmayan edebiyatçılarını topladığı Ağaç isimli bir edebiyat dergisi çıkarır. 17 sayı çıkan bu dergiyle alakalı bir hususta kendisine mektup gönderen Sait Faik’in öyle bir sözü vardır ki, dönem aydınının ne söylediğinden haberdar olmadığını ve Necip Fazıl’a gösterdiği saygıda ne derecede ölçüsüzleştiğini gözler önüne sermeye kafidir: “Sen bir peygambersin!” Necip Fazıl, bu sözü her hatırlayışında korkunç bir üzüntü duyacaktır.

Bir Adam Yaratmak piyesinin yayınlanışını, Necip Fazıl’ın şiirleri arasında en değerlisi olarak kabul ettiği ve tüm şiirlerini derlediği kitaba ismini veren Senfonya (sonradan Çile) adlı şiirin yayınlanışı takip eder. Aynı doğrultuda kaleme alınan bu iki eser, Necip Fazıl’ın hafakanlarının çıktığı zirveyi ve sonunda karar kıldığı noktaları göstermesi yönünden, bir bütünün iki ayrı kolu gibi değerlendirilebilecek keyfiyettedir. Bu arada, 1938 yılında Ulus gazetesi tarafından Mehmet Akif’in şiirindeki İslami noktalara karşı uyanan bir hazımsızlığın neticesi olarak, bir “milli marş yarışması” açılır. Yarışma, marşı sadece Necip Fazıl’ın yazması kaydıyla iptal edilir. Necip Fazıl’ın yazdığı Büyük Doğu Marşı devlet başkanının vefati üzerine kendisine sunulamaz ve bu tecrübe nihayet bulurken, şiirin adını taşıyan Büyük Doğu ifadesi gelecek yıllarda evvela Necip Fazıl’ın kuracağı derginin, daha sonra da muazzam ve muntazam bir dünya görüşünün adını ilk defa duyurması yönüyle büyük bir ehemmiyet ifade edecektir.

1939 yılında, Son Telgraf gazetesindeki Çerçeve başlıklı köşe yazılarında İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmakta olduğunu, Rus-Alman anlaşması gibi tüm aleyhteki hadiselere rağmen inançla savunur ve 1939 yılında patlak veren savaş kendisini haklı çıkarır. Bu dönemde “Ne derse çıkıyor” denilen bir kişi haline gelir. Üstad’ın ileri görüşlülüğünü remzlendiren pek çok hadiseden yalnızca birisi olan bu hadise, dönemin matbuatında hayli yankı uyandırır. Necip Fazıl’ın bu yönü, 29 Mayıs 1959 tarihinde kaleme alacağı Kement başlığını taşıyan ve “Kurtarın milleti ve kendinizi CHP kemendinden! 1959 ve 1960 son vâde!” paragrafıyla başlayan bir yazısında da olanca dehşetiyle ortaya çıkacaktır ki, bu yazının kaleme alınışından 363 gün sonra gerçekleşen ihtilal kendisini bir kez daha haklı çıkaracaktır.

1941 yılında efendisinin de teşviğiyle Fatma Neslihan hanımla evlenen Necip Fazıl, bu evlilikten 6 çocuğa sahip olur: Mehmet (1943), Ömer (1944-2005), Ayşe (1948), Osman (1950), Zeynep (1953-2002) ve henüz 41 günlükken hayatını kaybeden Ali (1956).

17 Eylül 1943 tarihinden itibaren Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlar. Bu dergi, onun ömrünün sonuna kadar inmeyeceği fikir zirvesini barındıran yüce bir dağ olur ve etrafına tohumlar saçan, baskılara fikir gövdesini siper eden nice ağaç bu okulda yetişir. Büyük Doğu, koskoca bir İslam davasının ismi haline gelir. Büyük Doğu’lar; 243 günlük gazete ve 328 dergi olmak üzere 571 sayı, 16 devir ve 35 yıl boyunca o kadar büyük bir tesire sebep olur ve o kadar mühim bir fonksiyonu yerine getirir ki, her çıkışında infial oluşturur. İslami kesimin bilinçlenmesinde ve düşünebilen, yüzyıllardan beri süregelen durgunluğu ve gevşemeyi sorgulamaya başlayan, ufku genişleyen bir gençliğin büyük doğumunda n büyük müyesser bu dergi olur. Allah demenin Başvekil Şükrü Saraçoğlu imzalı bir emirle yasak edildiği dönemlerde İslam davasının münadii olan Büyük Doğu, ismiyle altında dasıtani bir tefekkür ve mücadele binası yükselen bir çatı haline gelir ve yüzyıllardır ilk defa böyle bir fikir kıpırdanışıyla yüz yüze gelen Anadolu halkının fikir bayrağı olarak nice istidadın piştiği bir okula dönüşür. Bu binanın yükselmesi de elbette ki kolay olmayacak, Büyük Doğu müteahhidi bu dergi çatısı altında girişeceği mücadelelerin neticesi olarak toplamda yaklaşık 3 yıl 8 ay hapis yatacaktır. Osman Bölükbaşı’nın 1954 seçimlerinden önce Demokrat Parti’nin “Gerici” bir dergiyi himaye ettiği iddiasıyla seçim propagandası yapması; 1960 ihtilalinden hemen sonra, zaten çıkmamakta olmasına rağmen Büyük Doğu’nun askerî idarece kapatıldığının ilan edilmesi ve Yassıada savcısı Egesel’in her fırsatta bu dergi etrafında giriştiği mücadeleden dolayı Necip Fazıl’dan, “Said Nursi’den bile tehlikeli olan adam” sıfatıyla bahsetmesi, Necip Fazıl’ın büyük Doğu çatısı altında giriştiği mücadelenin büyük tesirini ve bir kısım çevrede oluşturduğu hazımsızlığı gözler önüne seren 3 basit örnek olarak zikredilebilir.

Büyük Doğu’yu çıkarmaya başladıktan sonra kendisini yalnızca matbuattaki mücadelesine ve sanatına veren Necip Fazıl, bu zamana kadar Osmanlı Ziraat, Türkiye İş ve Hollanda bankalarındaki, Milli Oto adlı şirketteki (ticari servis şefi olarak) ve Ankara Ticaret Lisesi, Devlet Konservatuarı, DTCF, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Saint Joseph Lisesi, Robert Kolej gibi okullardaki çalışmalarına son verir. İlk dönem Büyük Doğu’ları, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” hadisinin yayınlanmasını mütakiben, bakanlar kurulu tarafından 1944 mayısında “rejime itaatsizliği teşvik” şeklinde ifade edilen, itiraf gibi bir gerekçeyle kapatılır. Ardından 19.5 ay süreyle yapmış olduğu askerliğini tamamlamak üzere Eğridir’e gönderilir. Dönüşünün ardından, Büyük doğu’ları yeniden çıkarmaya başlar ve dönemin tek parti hükümetine karşı en sert ve tesir sahibi muhalefeti ortaya koyar. Büyük Doğu, bu devirde de bir çok takibata uğrar ve “Başımızda kulak istiyoruz!” yazılı bir kapağının, İnönü’nün meşhur kulaklarına gönderme niteliği taşıdığı gerekçesiyle dergi tekrar kapatılır. Bu sırada Necip Fazıl, başbakan Recep Peker tarafından çağrılır ve muhalefetinin dozajını düşürmesi karşılığında, o dönem için oldukça büyük bir meblağ olan yüz bin lira nakit halinde, rüşvet olarak kendisine teklif edilir. Necip Fazıl bu teklifi reddedecek ve önünde hapishanenin yolu açılacaktır. Tekrar çıkarmaya başladığı Büyük Doğu’larda, Rıza Tevfik Bölükbaşı tarafından kaleme alınan Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdad adlı şiiri yayınlayışından dolayı Türklüğe Hakaret suçlamasıyla, askerliği döneminde siyasi yazı yazdığı için 1 gün hapiste kalması müstesna, ilk defa hapse girer.

Davadan beraat ederek tahliye edilen Necip Fazıl, 1947 yılında, Sabır Taşı adlı piyesiyle CHP Sanat Mükâfâtı’nı almaya hak kazanır; fakat Parti Genel İdare Kurulu, yarışma neticelendikten sonra yarışmaya katılacak olan piyeslerin kaleme alınma tarihini ileriye alarak Sabır Taşı’nı dışarıda bırakacak, bu mızıkçılıkla Necip Fazıl’ın ödülü gasp edilecektir. Aynı yıl Borazan adlı 3 sayılık bir mizah dergisi çıkarır. İzleyen yıllar ise büyük bir fikir mücadelesiyle, işleyen bir sanatkarlıkla, hukuk cinayetleriyle, hapislerle örülüdür.

1949 yılında fikrî ve siyasi bir teşekkül olan Büyük Doğu Cemiyeti‘ni kurar ve cemiyetin, yalnızca Necip Fazıl’ın şahsından ve samimi mücadelesinden kaynaklanan tesirinin önüne geçebilmek için önce CHP, sonra da DP döneminde çeşitli bahanelerle, komplolarla, bakanlık emriyle temyiz edilen beratlarla hapsedilir. 1952 yılındaki tahliyesinin ardından, istismarlara açık bir hal aldığını fark ettiği Büyük Doğu Cemiyeti’ni fesheder.

1952′de, Hüseyin Üzmez tarafından gerçekleştirilen Malatya suikastiyle hiçbir bağı olmadığı halde, suikaste uğrayan Ahmet Emin Yalman hakkında yazdıkları bahane gösterilerek 1 yıl boyunca, 6-7 metrekarelik bir hücrede, Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) ve çirkin tavırlarıyla kendisine en büyük işkence olan Cevat Rıfat Atilhan ile beraber kalır ve bir yılın akabinde, suçsuzluğuna hükmedilerek Malatya cezaevinden tahliye edilir. Bu dava süresince yaptığı savunmalar dillere destan olur. Hüseyin Üzmez’in Büyük Doğu okuru olduğunun “suç delili” olarak kendisine söylenmesi üzerine, Amerikan radyolarında da bahsedilen o meşhur cevabını verir: “Kıskançlık krizleri geçiren bir adamın cebinde bu temayı işleyen Othello bulunsa, Shakespeare’i mezarından kaldırıp asacak mısınız?”

Takip eden yıllarda, Necip Fazıl, günlük gazete ve dergi olarak çıkardığı Büyük Doğu ile mücadelesini sürdürür ve takibatlara, mahkumiyetlere, baskılara uğramaya devam eder. DP iktidarını, bir dost kimliğiyle, iyiye yönlendirebilmek için sürekli sert bir şekilde tenkit eder. O güne kadar gelen başbakanlar arasında, Refik Saydam’dan sonra şahsi bir kıymet taşıdığına inandığı Adnan Menderes’in temizliğine güvenmekte, fakat onu çevreleyen ve içinden doğduğu CHP zihniyetinin izlerini taşımaya devam eden kimselere karşı yine en tesirli muhalefeti yükseltmektedir. Üstad, en çok hapsini, başvekilinden ayrı olarak tenkit ettiği DP döneminde yatacaktır. Onun tenkitlerindeki tüm amacı, DP’nin, CHP zihniyetinden kurtulamayan kadroların tesirine girmesini ve halktaki CHP nefretinden doğan zaferini taçlandıramadan bu fırsatını kaybetmesini engellemektir ve tenkitlerinin temelinde de haklı çıkacağı bu endişe yatar. Daha önce de bahsettiğimiz Kement başlıklı yazıyı kaleme aldığı zamanlarda, bir kısmı mahkumiyetle neticelense dahi yüzlerce yıl mahkumiyetine sebep olacak davalarla yüzleşmek durumundadır.

CHP’nin ve ona şeklen rakip olan DP’nin bastırmaya çalıştığı Necip Fazıl’a, tam da mahkumiyetlerinin onaylanmaya başladığı bir hengamede gerçekleşen 27 mayıs darbesinin güdücüüleri de tahammül gösteremeyecek ve o sırada çıkmayan Büyük Doğu dergisinin kapatıldığı radyoda anons edilecek, fikir çilekeşi Necip Fazıl 4.5 ay boyunca Balmumcu garnizonunda tutulduktan ve burada “Sen misin onları yazan şerefsiz?” cümlesiyle kendisine hakaret eden yüzbaşı sıfatlı biri tarafından dövüldükten sonra çıkarılan umumi aftan müstesna tutularak hapishaneye gönderilecektir. Fakat doğan mukaddesatçı neslin çilekeş yoğurucusu, hapis hayatı boyunca da, tıpkı dışarıdaki çabalarında da olduğu gibi yüreği geniş insanlarca yalnız bırakılmaz. Mesela, yakın arkadaşı Hilmi Oflaz hapishanenin karşısında işporta tezgahını kurar ve kendi tabiriyle, bulutların çekilmesini ve parmaklıkların arasından güneşin doğmasını bekler. “Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir ihtiyar” da başka bir hapsinde görüşme günü karşılaşacağı Necip Fazıl’a “Oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış!… Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin?” diyecek ve hassas ruhlu bu gönül adamını ağlatacaktır. Özellikle maddi durumu yeterli olmayan insanlar ceplerindeki son kuruşlarıyla aldıkları ufak tefek yiyecek ve kıyafetler vasıtasıyla, yürekleriyle hapishanedeki Necip Fazıl’ın yanında olduklarını hissettireceklerdir.

1961′in Aralık ayında tahliye olan Üstad, bu tarihten sonra da günlük makalelerine, şiirlerine, piyeslerine, Büyük Doğu Dergisine, kitaplarına, mücadelesine kaldığı yerden devam eder. 1963 yılından itibaren ise, onun için Anadolu’yu şehir şehir kucaklayan bir konferans çığırı açılır. Maddi yeterlilikten uzak salonlarda, onlarca ilde, kendisini dinleyen yüz binlerce kişiye seslenir ve her biri birbirinden farklı alanlardaki onlarca konferansını verir. Konferansta anlatılanların derinliğini kavrayamayanlar dahi büyük bir şevk ile Necip Fazıl’ın konferanslarını dinlemeye koşar, salonlar iğne atılsa yere düşmeyecek raddede dolar. Öte yandan takibatlar, davalar bu dönemde de olanca hızıyla devam etmektedir. Sultan Vahdeddin hakkında kaleme aldığı eser sebebiyle uğradığı takibat da bunlardan birisidir. İlerleyen yıllarda, eserin ikinci baskısı sebebiyle mahkum edilecek ve ölüm döşeğindeyken Kenan Evren tarafından özellikle affedilmeyerek onanan bu 1.5 yıllık hapis cezası, belki de Allah’ın 79 yaşında onu bir kez daha hapishaneye göndermeye razı olmayışından uygulanamayacak, Necip Fazıl vefat edecektir. Malesef Vahdeddin hakkında kaleme alınan ve resmî tarihin tek taraflı hakikat tahrifçiliğine, hem de alçak perdeden cevap veren bu eser bugün de basılabilmiş değildir

1973 yılına kadar zaman zaman açılıp kapanan dergisiyle, kaleme aldığı Reis Bey, Ahşap Konak ve Kanlı Sarık gibi piyeslerle, derlemeye başladığı Çöle İnen Nur, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Benim Gözümde Menderes gibi eserlerin meşguliyetiyle yaşayan Necip Fazıl, bu yıl içerisinde Hacca gider ve hatıralarını kitaplaştırır. Fas sarayına yakın kişilerce kendisine yöneltilen, bundan böyle ömrünün kalan kısmını tüm aile efradıyla, tüm maddi imkanlar sağlanmış halde Fas’ta geçirmesini öneren teklifi geri çevirir. Aynı yıl içinde kurulan Büyük Doğu Yayınları kanalı ile de, o ana kadar yayınlanan tüm eserlerinin ve bundan sonra yayınlanacak olan kitaplarının baskısıyla ilgilenmeye başlar. Yayınevinin kuruluşundan bir yıl sonra ise, kabul ettiği tüm şiirlerini derlediği Çile adlı şaheserini oluşturur.

1976-1980 arasında Raporları, 1978′de ise 16. ve son devir Büyük Doğu’larını çıkarır. 1980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı kendisine “Sultan’uş-şuara (şairler sultanı)” ünvanını, Kültür bakanlığı ise Büyük Kültür Armağanı’nı verir. 1982′de ise Yazarlar Birliği tarafından, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri sebebiyle yılın fikir adamı ilan edilir. Bu tarihlerden sonra, Ömrünün sonuna kadar Erenköy’deki odasında kalmayı yeğler ve İman ve İslam Atlası ile Kafa Kağıdı başta olmak üzere, ilerlemiş yaşına rağmen beyninin ne kadar muntazam işlediğini gözler önüne seren eserlerini yazmaya devam eder, daha önceden yayınlanmış olan konferanslarının derlenmesiyle ve diğer eserlerinin tertibiyle ilgilenir. Kenan Evren tarafından affedilmeyen hapis cezasının tehdidiyle günler birbirini kovalarken, takvimler 25 Mayıs 1983′e ulaştığında…

Uzun yıllar boyu kendisini rahat bırakmayan şeker hastalığı sebebiyle arkasında kocaman bir gençlik ve kütüphanelik çapta eserler bırakarak, yarın bıraktığı son sigarasının ardından dudaklarındaki tebessümün eşliğinde söylediği “Demek böyle ölünürmüş!” cümlesinin refakatinde, varlığını tarihe kazımış bir kahraman olarak, Serdengeçti’nin diyeceği gibi, doldurulacak bir boşluk dahi bırakmadan, son demlerinde kuvvetle muhtemeldir ki velilik mertebesine erdiği bu hayatı terk ederek hakkın rahmetine kavuşur. Yüzyıllar boyu süregelen entellektüel fetrete dur diyebilen ve uyuyan bir devi ayağa kaldıran Necip Fazıl’ın naaşı, vefaatinden bir gün sonra Eyüp Sultan kabristanına, Fevzi Çakmak’ın yakınına defnedilir. Ondan bugüne kalanlar, yüzyıllarca süren uykusundan uyanarak kıpırdanmaya başlayan bir gençlik, hala yeterince tanınmayan ve anlaşılmayan yüze yakın yetkin eser, İslam dairesindeki tezatsız bir fikir sistemi ile binlerce makaleden ibarettir.

Müslüman kimliğine sahip bir insan olarak fikrin, sanatın, aksiyonun ve dehanın zirvesine çıkma hedefinde kaydettiği muvaffakiyet; yetişmekte olan nesillere yol göstererek kendisini “Üstad” kılmıştır. O; İslamiyeti aşk ve vecd ile hakkını vererek yaşamanın, dünya için ellerimizden kaçırdığımız avantajı, ahiret için ise huzurlu bir sonsuzluğu bize armağan edeceği hakikatine insanların zihinlerini açmış bir ideal kahramanıdır. Üstad, kırk yılı bulan mücadelesi ile, İçerisinde yaşadığı cemiyetle beraber kendisini muhasebeye çeken, varoluş gayesini sorgulayan, kalabalıklarda erimeyen bir nesil için hayatını tüketen samimi bir tefekkür çilekeşi olmuştur. O belki de en çok, insanların dimağını ulvi tefekküre açtığı için Üstad’dır.

Onu daha iyi anlayabilmek için, kendi eserlerine ve kendi yazdıklarına müracaat etmekten daha iyi bir yöntem olmayacağı kanaatindeyiz. Zira Bir Adam Yaratmak, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, İdeolocya Örgüsü, O ve Ben, Çöle İnen Nur, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Mü’min-Kâfir gibi bu topraklarda yaşayan herkesin kesinlikle okuması gereken şaheserlerin yanında, her biri alanında çok büyük bir değer taşıyan yüze yakın eser bırakmış olan Necip Fazıl’ın birikiminden ve ömrünü vakfettiği mücadelesinden nasiplenebilmek borcunu başka türlü yerine getirmek mümkün olamaz. Sitemizin diğer bölümlerinden gerek onun hakkında yazılan yüzlerce inceleme metnine, gerek kendisinin kaleme aldığı çok sayıda makaleye, gerekse de her biri Büyük Doğu yolunun kılavuzu olan yüze yakın telif eseri hakkında muhtelif bölümlerde sağlanan metinlere ulaşabilirsiniz. Onu gerçekten anlamak isteyen bir kişi, onu ve hakkında yazılanları incelemeli; her yönüyle eksiksiz bir vücudu belirten özelliklerinin yalnızca kuvvetli bir yanını remzlendiren şiirleriyle sınırlanmamalıdır.

Bu yazımızda, Üstad’ın hayatı hakkında kaba çizgilerden oluşan biyografik bilgiler verdik. Umarız ki bu kaba çizgiler, mutlaka incelenmesi gereken derinliklere inmeyi yeterince teşvik edebilir.

Hazırlayan: Ahmet YILDIRIM (NFK-Fan)


 

 

dodurgabeyi.tr.gg
 
Facebook beğen
 
DODURGA BELDESİ
 
İlçe [değiştir]
Dodurga - Çorum ilinin ilçesi,

Diğer (kasba, köy, mahalleler) [değiştir]
Dodurga - Ankara ili Yenimahalle ilçesinin köyü/mahallesi (2008),
Dodurga - Afyonkarahisar ili Sandıklı ilçesinin köyü,
Dodurga (Hacıömerler) - Balıkesir ili Dursunbey ilçesinin köyü,
Dodurga - Bartın ili Ulus ilçesinin köyü
Yeni Dodurga - Bilecik ili Bozüyük ilçesinin köyü,
Dodurga - Bilecik ili Bozüyük ilçesinin Kasabası/Nahiye Merkezi
Dodurga - Bolu ilinin merkez köyü/mahallesi (2008),
Dodurga - Bolu ili Mudurnu ilçesinin köyü
Dodurga - Çankırı ili Çerkeş ilçesinin köyü
Dodurga - Çankırı ili Orta ilçesinin Kasabası,
Dodurgalar - Denizli ili Acıpayam ilçesinin Kasabası,
Dodurga - Muğla ili Fethiye ilçesinin köyü
Dodurga - Sinop ili Boyabat ilçesinin köyü Dodurga Barajı

Tödürge - Sivas ili Zara ilçesinin köyü, Tödürge Gölü

Dodurga - Tokat ilinin köyü
0507 8179799_ Ali Beylerbeyi
 
DODURGA TARİHİ:



Dodurganın Tarihi
Orta Asyadan gelen Türk kavimlerin Oğuz Boyunu teşkil eden oymakları arasında yine Büyük Türk Hakanı olan Oğuz Kağan’ın Nizam-ül Mülk yani dünya nizamının mülki idaresini ele geçirmek için altı oğlunu görevlendirdiği hüküm yer alır. Bunları iki kola ayırmıştır. Bunlar Üçoklar ve Bozoklardır, ayrıca bu iki kolun mensup olduğu ve aynı zamanda Oğuz Kağan’ın evlatları olarak varsayılan kişilerde ikiye ayrılır bunlar Denizhan, Dağhan ve Gökhan Üçoklar koluna, Yıldızhan, Ayhan ve Günhan ise Bozoklar koluna mensupturlar. Beldemiz kısaca Oğuzların Bozoklar kolunun Ayhan sancağına teşekkül eden Dodurga oymağına mensuptur. Tarihi Osmanlı ve Selçuklu yazıtlarında hatta Moğolların Anadoluyu istilasını kaleme alan Çin’in tarihi kaynaklarında da yer alan hatta Türk tarihçilerinde desteklediği bu teoridir. Beldemizin ismi Toturga, Totruga isimlerinin gelişmesiyle mükerrer olmuş sonuç itibariyle bugünkü halini almıştır. Dodurga kelimesinin menşei ise Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde Dudriaga olduğu görülmektedir. Kaşgarlıya göre bugünkü Çankırı yöresinin bulunduğu coğrafyada Dodurga beldesine verilen isim Osmanlı Padişahı II.Murad’ın hüküm sürdüğü 1451,1452 yıllarında kadı vekilliği yapmakta olan ve ulema adledilen Dudri ağa yada Bedri ağa isimli kişinin adından gelmiş olabileceği bahsedilmektedir. Yine bununla ilgili olarak ünlü Florensalı seyyah Pegalotti “La Pratica Della Mercatura” isimli eserinde Anadolu beyliklerinde olan iştiraklerinde bir Dudri Ağa’dan bahsetmektedir. Fakat Pegalotti’nin bahsettiği kişinin meskun bulunduğu coğrafi konum Kaşgarlı’nınkiyle bağdaşmamaktadır. Pegalotti’nin iki teorisi bulunmaktadır bunlardan ilki Dudri ağa’nın bugünkü Çankırı bölgesinde 1400’lü yıllarda yaşamış bir bilgin olması, ikinci teorisi ise Dudriağa olarak bilinen bir bölgenin bugünkü Sivas il sınırları içinde yer alan bir yöre adı olduğudur. Fakat tüm bu teorilere rağmen tarihçi ve birçok araştırmacının Çankırı ilinin Dodurga beldesinin ismi teşekkülünü Oğuzlardan aldığını varsaymaktadır. Bu olgu daha kuvvetlidir, çünkü büyük tarihi kaynak olarak bilinen Oğuzların Oğuzname isimli resmi belgesine göre Oğuz boy ve kolların ismi Oymakların ismi Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesinden sonra yurt edindikleri bölgeler her oymak kendi adını vermiştir. Dolayısıyla tarihi süreçte göçebe olarak hayatlarını idame ettiren bu oymaklar çadır hayatından yerleşik hayata geçtiklerinde dolayısıyla Dodurga imside burada meskun bulunan oymağın ismi olması sebebiyle yerleşik düzende bölgenin ismi haline gelmiştir. Bunun yanı sıra Dodurga ismini taşıyan bugün çeşitli illerde 24 belde bulunmaktadır. Ayrıca 1520 ve 1566 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kanuni Sultan Süleyman devrinde Dodurga Beldemiz Ankara’da bulunan Haymana sancağına bağlıydı fakat o devirde belde değil oymak olarak adlandırılmaktaydı. Yine bunlara ek olarak Türkolog olan İsveçli A.Vamberyan Anadolu oymaklarıyla ilgili bir liste hazırlamış bu listeye göre Dodurga beldemizin ismi Dodoung olarak yer almış yine o dönemlerde konsolosluk görevini yürüten General Petruseviç’in arşivlerinde de beldemizin ismi Doudougah olarak yer almıştır. Petruseviç’e göre Ankara’da meskun bulunan Gökmene sancağının en büyük nüfusa sahip Doudougah oymağıydı. (Dodurga hem Ankara’ya bağlı hem Haymana hem Gökmene sancaklarında bulunmaktaydı.) Petruseviç’e göre bu oymak 1880 yıllarında 4000 vergi nüfusuna sahipti. Ancak 4000 kişiyle adledilen Dodurga oymağının sadece beldemizle sınırlı olmadığı Ankara çevresinde bağlı diğer oymaklarında mensup olduğu bir teşekkül olduğu sanılmaktadır.
Dodurganın Damgası
Oğuz soyuna mensup 24 Oğuz boyunun ayrı ayrı damgaları bulunmaktaydı. Bugün nasıl ki her devlet dairesinin bir resmi mührü var ise Oğuzlarda da her boyun bir resmi mührü vardır. Dodurga beldemizin de Oğuzun yirmi dört boyundan birini teşkil etmesi sebebiyle bir mührü bulunmaktadır. (Bu mühür yukarıda verilmiştir.) Dodurganın mührü bir çok tarihçi tarafından değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bugün tarihçilerce geçerli ve doğru kabul edilen aşağıda belirttiğimiz Kartal resmini andıran kafa ve kanat kısmının ima edildiği figürdür. Zaten Dodurga oymağının işaretide Kartal olarak adlandırılan kuş simgesidir.

Bu damgalar Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıklarında resmi idarelerde kullanılır, kadı ve oymak beylerinin halkı yönlendirmeleri ve resmi yazıt tespitlerinde bu mühürler kullanıldığı söylenmektedir. Hatta bu mühürlerin benzerlerini Osmanlı padişahları ve devlet erkanına mensup kişilerde kullanmaktaydı.

Dodurganın İşareti
Dodurga oymağı aslında Türkî coğrafyanın bir çok yerine dağılmıştır. Bu oymaklar günümüz itibariyle siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda birbirlerinden kopmuştur. Ancak tarihinde tarihinde değişmez bir parçası olan amblemini yani işaretini kaybetmemiştir. Buna en yakın örnek olarak bizde Dodurga oymanğının işareti olan Kartal figürünü Dodurganın Sesi isimli dergimizin amblemi olarak kullanmaktayız. Bunun yanı sıra Sivasın Dodurga mezrasındaki halk, Tokat’ın Turhal ilçesine bağlı Dodurga yaylasındaki köylüler, Amasya’nın Sarı Kurşun köyündeki Dodurga oymağına mensup birkaç aileden teşekkül olan halk, Tarsus bölgesinde yaşayan ve bugün Varsak Türkmenleri olarak adlandırılan Türkmen beylerinin mensup olduğu Dodurga oymağına dahil bütün beyliklerin hemen hemen hepsi Kartal figürünü kendi işaretleri kabul etmektedirler.
Değerli hemşehrilerimiz ; Dodurga beldemizle ilgili her şeyi güzümüzün yettiğince sizlere aktaracağız lakin bu çalışmalarda büyük çabalar sarf edilmektedir. Sizlerin desteğiyle birlikte bu güçlüklerin üstesinden geleceğimize inanmaktayız. Bu nedenle destek, öneri, özeleştirilerinizi bekliyoruz.

Dodurga Kelimesinin Anlamı
Dodurga kelimesini bugün kime sorsanız beldemizin adından ibaret olduğunu ifade edecektir. Fakat Dodurga kelimesi şayet Oğuz’un 24 boyunun Dodurga oymağının mensubiyetindeyse bir çoğumuzun bildiği gibi belde ismini oluşturmaktadır. Ancak Oğuznameye göre her oymağın bir adı ve bu adın bir anlamı ayrıca her oymağın bir işareti, damgası ve sayısı bulunmaktadır. Dodurga kelimesinin anlamıda bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı kayıtları, Selçuklu arşivleri ve Türk Tarihi araştırıldığında ortak sonuç olarak Oğuz kaynaklarının nitelendirdiği anlam ortaya çıkmaktadır. Bu anlam şudur ki Dodurga demek; Ülke alan, zapt eden, Yurt tutan anlamını taşımaktadır. Tarihi kaynaklar irdelendiğinde 1040 yılında başlayan Selçuklu hanedanlığının kurulma aşamasındaki yıllarda büyük bir payeye sahip olmuşlardır. Bunun yanı sıra yine Anadolu Selçuklularının hüküm sürdüğü 1077-1308 yılları arasında Dodurga oymağı bugünün tabiriyle süvari öncü birlik olmuştur. Bu nedenle Dodurga’nın anlamı Ülke alan, Yurt edinen olarak tarihteki yerini almıştır.


 

 
Bugün 96 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol