Haşmet’in hikâyesi:

 

 

 

 

 

 

 

Bir damla iman

 
 
 
 
 
 
04.05.2008

İçimi kemiren girdap burktu beni
Ahmaklara rehin düştü yüreğim
Işığı olmayan yere savurdu fikrimi
Cahilin damlaları öldürdü kalbimi

Toparlanmak için sordum hakikati
Etraftaki basiretsizler çıktı ortaya
Kimse yanıtlayamayınca akıttı damlayı
Bir damla iman yetti basiretime

Damla damla akınca sardı tenimi
İmanla dolunca nur saçtı ruhuma
Bir damla iman yetti basiretime
Sık damlayınca nur saçtı bedenime

Şiir ve şiirin hikâyesi yazan: İbrahim hazini

İmanın damlaları


1. Bölüm

Haşmet, Halep'in bir kasabasında yaşayan fakir bir köylü ailesindendi. Kalabalık ve çok sade bir ailede büyüdü. On çocuklu bu ailenin üç çocuğu kız, diğerleri erkekti. Haşmet, kardeşlerinin en sonuncusuydu. Cahil ve medeniyetten uzak olarak yetişmişti. Babasını küçükken yitirmişti. İnşaatta çalışırken başına düşen taşın ölümüne sebep olduğu düşünülüyordu. Annesi daha yedi yaşında iken ölmüştü. Uzun süre veremle mücadele vererek zor günler geçirmişti. Hep çalışarak çocuklarına bakabilmiş ve fedakârlığı göz kamaştırmıştı.

Haşmet Bey’in annesi öldükten sonra kardeşleri onu yalnız bırakmadılar. Bir süre ağabeylerinde, bir süre ablalarında kalmıştı. Büyüyene kadar böylece sürmüştü. Ablalarında kalırken daha iyi bakılıyordu ve daha çok memnun oluyordu. Kardeşlerine sanki anneleriymiş gibi bakmaya can atıyorlardı. Ağabeylerinde kaldığında, ablalarındaki kadar rahat olmuyordu. Onların durumlarının iyi olmadığını bildiği için fazla şikâyet etmiyordu, zira hepsi de işçiydi. Zar zor evlerine bir şeyler getirmeye çalışıyorlardı. Bazı günler aç bile kalıyorlardı. Özellikle kış aylarında iş bulma imkânları azalıyor, o çetin günlerde eve eli boş dönüyorlardı. Onun için Haşmet, hep ablalarında kalmak istiyordu.

Ablalarının kocaları, ona karşı çok iyi davranıyorlardı. Sanki babasının yerini almışlardı ve onu çok sevdiler. Yoksulluktan dolayı okuma yazma öğrenememişti. Erişkinlik yaşına geldiğinde kardeşleri gibi hayvancılık ve budamacılığı meslek edinmişti. Her işi yapmaya hazırdı. Çok yetenekliydi. Yeter ki eve bir şeyler getirebilsin ya da kendi maharetini etrafa duyurabilsin. Bu çok hoşuna giderdi.

Birkaç sözcük ile özetlersek Haşmet'in çocukluğu bahtsız geçti diyebiliriz. Annesiz ve babasız büyüdüğünden dolayı hep hüzünlü bir hali vardı. Çok alıngandı. Yüzü genellikle solgun ve hastalıklı görünürdü. Son derecede iyi yürekli ve alçakgönüllüydü. Çok fazla kimseyle görüşmezdi. Düzene ve kurallara uyum gösterirdi. Uyanık bir insandı. Genellikle sakindi ve sevecendi. Okuma ve yazma özlemini içinden de bir türlü silemiyordu ve kendinde bir zaaf olarak görüyordu. Bazen kardeşleriyle tartışıp sinirlenirdi. Onu okula göndermediklerinden yakınıp, kızardı. Sonra onlara hak verip çabuk yatışırdı. Haşmet çok yumuşak ve düşünceliydi. Düşünceleri çok farklı idi. Bazı konularda sorduğu sorular cevapsız kalıyordu mesela.

Kıyamet günü, ölümden sonra tekrar dirilme ve farklı yaşamlar gibi konuları merak eder, üzerinde çok tartışırdı. Dini terbiyesi yetersizdi ve kulaktan dolmaydı. Dini öğrendiği şekilde inanmıyordu. Ara sıra Cuma namazlarına katılır ve kılanları bazen eleştirirdi. Bazen dinlediği hutbelerden ve duyduğu farklı düşüncelerden etkilenerek birkaç gün üst üste namaz kılardı, sonra bırakırdı.

Yine de Allah'a karşı kendini sorumlu görmüyordu. Bu belki gençlik havasına, ona verdiği boş ümitler ve beklentilere bağlanabilirdi. Ama dünyadaki muhtelif dinler ve duyduğu farklı inanç sistemleri onu daha da çelişkiye düşürürdü. Hele insanların farklı geçim kaynakları ve eşitsizlikleri onu hep alt üst ederdi. 'Herkes aynı eşitliğe sahip olmalı' fikrini savunurdu.
Evinde radyodan başka onu teselli edecek bir şey yoktu. Köydeki hiç kimsenin fikirlerini tasvip etmiyordu. Hep karşı çıkıyordu. Buna karşılık onlara mantıklı cevaplar da veremiyordu. Aklına takılan sorular ve tatmin edici olmayan cevaplar üst üste birikince, düşünceleri karmaşık bir hal alıyordu. İçinden fışkıran bu çelişkiler artık kaçınılmaz bir şekilde yüzeye çıkmaya başlamıştı.

'Bütün insanların hepsi Allah'ın kulu değil mi'? , 'Neden Allah insanları farklı seviyede yarattı? ' diyerek kendini ve başkalarını çelişkiye düşürmeye çalışırdı. Böyle düşüncelerle zihnini doldurmaya devam edince, dinden soğuyup Allah'ın varlığına şüpheci olarak yaklaşmaya başladı. Artık yavaş yavaş dinsizleşti ve insanlara karşı bakışları çok değişti.

'Bunların beyinlerini hep babaları ve mahalle hocaları yıkıyor. Allah'a inanmayı öyle kabul ediyorlar' diye dindarları tenkit ederdi. Kendi öz kardeşlerini durmadan eleştirirdi ve dinden uzaklaştırmaya çalışırdı. 'Mademki Allah'ınız var niye sizi zengin etmiyor ya da sefaletten kurtarmıyor? ' diye onlarla tartışıp dururdu. Artık her şeyi sorun yapıyordu. Daha önce yaptığı budamacılık ve hayvancılık işini bıraktı. Zira artık kendine yakıştıramadı. Daha önce gittiği Cuma namazlarına gitmez oldu. Ramazan ayında bile oruç tutma alışkanlığından vazgeçti ve sonunda bıraktı.

Kısaca Haşmet iyice bunalmıştı, sanki hızla akan bir nehirde sürükleniyordu. Mahalledeki dini tartışmalar onu tahammül edilemez hale getirdi. Herkes ondan şikâyetçi ve ona düşman oldu. Haşmet, yaptıklarından hiç çekinmiyordu ve onlarla alay edip beni ‘ikna edin’ diyordu.

Bu olaydan sonra yalnız yaşamaya karar verdi. Bir müddet eve çekilmişti. Artık mahalledeki gençlerle fazla konuşmaz oldu ve mahalledeki itibarını iyice yitirmişti. Sonra kendi kendine bir karar aldı. Köyden bir süre ayrılmak ve herkesten kaçmak fikrinin iyi olacağını düşündü.
Artık hiç kimse onu köyde kalmaya ya da fikrini değiştirmeye ikna edemez hale geldi.
Hocalar ve yörenin âlimleri bile onu ikna etmeye teşebbüs etmiş, ama bunun bir yararı olmamıştı. İnkârında ısrarcı olup hakkı görmez ve işitmez oldu.
Haşmet, kararından vazgeçmedi, içindeki okuma yazmayı öğrenme isteğini gerçekleştirmek ve iş bulmak bahanesiyle bir şafak vakti köyden ayrıldı.

2. Bölüm

Ayrılmadan önce kardeşlerinden biraz maddi yardım aldı, sırtında bir erzak torbası ve asasıyla yola koyuldu.
Yürüyerek dağlar tepeler aştı, aradan üç dört saat geçtikten sonra, şehre doğru ilerlerken büyük bir çınar ağacının altında durup mola verme ihtiyacı duydu. Sırtını ağacın gövdesine dayadı ve gölgesinin nereye kadar uzadığına baktı. Teri kısa sürede kurumuştu. Hava sıcak olmasına rağmen ağacın gölgesinden çok güzel bir rüzgâr esiyordu. Öyle dinlendi ki, yolun yorgunluğunu tamamen unutuverdi ve kendi kendine dedi ki: İyi ki böyle ağaçlar var yoksa güneşin alevinden kavrulup pişerdik. Ağaç, güneşin sıcaklığından yararlanıyor. Haşmet bey ise, ağacın gölgesinden keyif çatıyor.
O ağacın gölgesinden ve serinliğinden ayrılmak ona zor geldi, biraz daha oturdu, yanında getirdiği erzak torbasından birkaç lokma yedi ve türkü söyledi. Ağacın dev dallarına bakarken, kalbine şimşek gibi bir iman damlası saplandı, fakat o, onun ağırlığını ve yararlığını hissetmeden bakmaya devam etti.

Aynı ağacın dallarında duran birkaç serçe karşılıklı muhabbet türküleri söyleyerek ötüşüyorlardı. Daldan dala uçuşuyorlardı. Her dalda farklı muhabbet ötüşmeleri çıkarıyorlardı. Melodi gibiydiler. Kendi türküsünü kesti, onlara kulak kesildi ve keyiflendi. 'Böyle gagalı kuşlardan bu güzel ses nasıl çıkar? ' diyerek güldü. Hayran bakışlarla serçeleri süzdü ve içgüdüsü onu uyardı. Her halde onlar birbirlerini övüyorlar' dedi. 'Keşke kuşdili bilseydim, o karşılıklı ötüşmelerini anlardım' diye düşündü. 'O esnada kalbine ilk gerçek iman damlası düştü'. O damla kalbine düştüğü ve kanına karıştığı an, var olan nimetlerin değişik faydalarını gördü. Yine de aklın tüm öğütlerine kulak verdiği halde bu, onun iman etmesine sebep olmadı.

Aradan bir iki saat geçtikten sonra yerinden kalkıp yoluna devam etti. Uzakta bir köy olduğunu fark etti ve köye doğru aceleyle yürüdü. Köyde evinin önünde oturan yaşlı bir kadına rastladı, ona adres sordu. Kadın, bilmediğini söyledi ve camiden soğuduğu halde, oraya yöneldi. İmamı caminin girişinde rastladı ve onunla ayakta kısa sohbet etti.
Halep şehrinin hangi yönde olduğunu sordu ve “okuma yazma öğrenmek için oraya gidiyorum” diye sözlerine ekledi.
İmam, “Bu gün bize misafirsin, başka köyden geldiğin belli, öğle namazı zaten yaklaştı, cemaatle beraber öğle namazını kıldıktan sonra evimize davetlisin” dedi.
Haşmet Bey; 'evet” ya da “hayır” demedi, Fakat o esnada kafasını “evet” der gibi salladı. 'Allah'a inanmadığımı söylemem gerekir' dedi. Ama bir türlü cesaret edip diyemedi.
İmam, Haşmet ile biraz daha konuşunca, Haşmet'in ters hareketlerinden ve konuşmalarından, namaz kılmadığını sezdi. İmam biraz cennetten ve biraz cehennemden söz edince, Haşmet dinlemekten kaçar gibi göründü. Sonunda birden patladı.
İmama 'Ben Allah'a inanmıyorum.' dedi. 'Daha fazla saklayamam. Ben böyle düşünüyorum.' Kendi öyküsünü açık ve net bir şekilde ona anlattı. Okuma yazma öğrenmeden ve dini konularda araştırma yapmadan münakaşa etmek istemiyorum dedi.

'Böyle konular köyde çok tartışıldı, kendimi bu konuda yalnız ve yetersiz gördüm. Ama kimse beni ikna edemedi. Sen de beni ikna edemezsin' diye imamın yüzüne söyledi. 'Bana gideceğim yolu tarif edersen, sana minnettar olurum.

İmam biraz şaşırdı ve kızgınlığını içine attı. 'Aman Ulu Allah'ım nasıl olur böyle bir şey? ' Tekrar “Aman Allah'ım! ” diye yüksek sesle söylendi ve artık şaşkınlığını gizleyemedi. 'Aman ya Rabbim! Aman ya Rabbim! Hala inançsız insanlar var aramızda.”
İmam, 'Bak evladım! Bizzat senin varlığından, etraftaki her şeyin varlığına kadar düşünüp hissetmek, insanı Allah'ın varlığına inanmaya götüren bir kılavuzdur' diye konuştu.

Haşmet, bir an durakladı, 'İnanmak istiyorum' dedi, “ama kalbimdeki ses hep reddediyor.” Haşmet devam etti. “Kafamı kurcalayan bir sürü soru var. En önemlisini sana sorayım mı? '
İmam, “Sor bakalım' dedi. Haşmet, “Allah bizi yarattı, peki Allah'ı kim yarattı? Bana açıklar mısın? ”
İmam “Bak evladım! Sen her halde pek çok konudan
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
dar değilsin, belki sapıklık içinde boğuluyorsun, belki de kendi özelliklerinin bile farkında değilsin' dedi.
'İçgüdün seni hiç uyarmıyor mu? Gözlerin nasıl görüyor ya da kulakların nasıl işitiyor, dilin nasıl konuşuyor, ellerin nasıl hareket ediyor hiç düşünmedin mi? ' İmam biraz sinirli konuştu.

'Evladım her canlı ya da cansız varlık farklı özelliklerle yaratılmıştır. Bunu bilmen gerekirdi. İnsanın mükemmel bir yaratıktır, diğer canlılardan çok farklıdır. En azından düşünecek bir akıla sahiptir. Genellikle zayıftır. Hastalanır ve yaşlanır, sonunda ölür ve amelinden sorguya çekilir. İster inan, ister inanma Allah katında sorumlusun. Cehalete ve dalalete mazeretin de yok' diye korkutup izah etmeye çalıştı.

'Allah'ın (c.c.) sıfatlarına gelince, zaten bu sıfatları bilmeden çok şeylerden mahrum kalırsın bu da kolay yanılmana neden olur.'

Haşmet, 'Allah'ın (c.c.) sıfatları nedir? Bilmek istiyorum.” dedi.

'Allah'ın (c.c.) ilk sıfatı, ilahlık tabiatı ve ilahlık özelliğine sahip olmasıdır. Onun farkı, bu özelliğidir. Yaratma sanatı, onun ol deyince oluvermesidir. Ayrıca kâinata ve insana düzen koyma salahiyeti de O’nundur. O Allah birdir, tektir. Allah eksiksizdir, Samed'dir. Doğurmadı ve doğrulmadı. O'na bir denk ya da ortak da olmadı. O bütün yoksun sıfatlardan münezzehtir. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Allah bütün varlıkları yaratmıştır. Onun varlığını ve birliğini bildiren ayetler ve deliller o kadar çoktur ki saymakla bitmez. O baki kalır. Her şey yok olacak ancak O'nun zatı kalacak. O yarattığı her şeyi güzel yarattı. 'O, âlemlerin, insanların ve cinlerin Rabbidir'. 'Onun üstünde hiç kimse yoktur'. O doğru söyler ve doğru yol gösterir. Bütün Peygamberler, âlemler ve akıl sahipleri onun varlığına şahadet eder. Kâinatı yaratan O'dur. Her şeyi de yaratan O'dur. Onun ilmi geniştir. Allah göklerin ve yerin nurudur. O herkesten müstağnidir, herkes kendisine muhtaçtır' diye uzun uzun anlattı İmam.

Haşmet, imamın sözlerine kulak verirken, iman damlaları kalbine şakır şakır damlamaya başladı, ama kalbinde kapanmayan delikler olduğu için sonra damlalar boşa gitti. Sanki kendini hakka teslim etmekten çekiniyordu. Biraz kavradı. Ama galiba iman etmesine yetmedi.

Haşmet, çekinerek imamdan özür diledi, “Benim inadımı ve fikrimi hoş gör, ben hakkı arıyorum ve aramaktayım. Onun için köyden ayrıldım, yoksa herkes gibi köyde kalırdım. Hakikati kendi imkânımla bulmadan köye asla dönemem' dedi. 'Daha önceleri şöyle böyle inanıyordum, fakat köy halkının imanla bağdaşmayan amel ve hurafeleri, benim inancıma ters düştü. Onun için çelişkiye düştüm. Kimse o çelişkiyi doğru dürüst düzeltemedi' diye sözünü bitirdi oldu Haşmet Bey.

İmam tekrar Haşmet Bey'e sordu: 'Başka soracağın soru varsa, hemen söyle Haşmet, yoksa ezan vakti yaklaşıyor' dedi.
Haşmet, imama “Bu kadar yeter. Artık düşünmem gerek, sizden çok istifade ettim” diyerek sözünü noktaladı.
İmam yolu tarif ederek, “Allah senin basiretini arttırsın” duasında bulundu ve camiye döndü.
Öğle vakti gelmişti, müezzin ezan okumaya başladı. Haşmet, ezanı müezzinin sesinden dinlerken mest oldu. Bu, imana davet eden bir çağrıydı. Allah'tan başka İlah, ondan başka bilen ya da ondan daha büyük olmadığına şahadet getirildi. Farklı bir duygu yaşadı ve ezanı bitene kadar dinledi. “La ilahe illallah” sözü onun hislerini kımıldatıp tetikledi.

Okunan ezanı uzun süre düşünerek çözmeye çalıştı. Ezanın günde beş defa okunması da çok dikkatini çekti, demek ki günde beş kere imana çağrılıyoruz ve her seferinde düşünmemiz isteniyor. O da derin derin düşündü. Allah Teâlâ demek ki bu ezanla insanları bir an bile boş bırakmıyor, sürekli kendini hatırlatıyor. Belki imana gelirler, belki de kendilerini şirkten ve pislikten ya da günahlardan arındırabilirler diye…

Haşmet Bey bir anlık güzel düşünceleri bir kenara bırakıp hislerine kapılmadan yoluna devam etti. O esnada kalbine bir damla daha iman iniverdi; bu öyle bir damla idi ki dağın üzerine düşse yerinden oynatırdı. Ama ne yazık ki Haşmet'in imanına ve hislerine etki etmemişti.

Biraz sonra güneşin sıcaklığı artmak üzereyken, Haşmet köyden ayrılıp yoluna devam etti. Birkaç saat sonra ulaştığı bir köyde mezar başında toplanmış insanlar gördü. Kalabalığın içine karıştı ve sanki onlardan biriymiş gibi hüzünlerine eşlik etti. Defin işlemi boyunca herkes bir yandan ağlıyor, bir yandan hocayla birlikte topluca dualar okuyordu. Mezarın kenarında durup üzülenleri ve ağlayanları süzdü. Onların yüzlerine bakarak ve kendisini ölünün yerine koyarak derin derin düşündü. Defnedilen kişinin daha gencecik biri olduğunu mezarcıdan öğrendi. “Daha gencecik” derken sinesine bir ateş iniverdi. Yeni defnedilen genç, Haşmet'in iyice aklını çeldi. “Daha gencecik' diye tekrarladı.

Herkes mezarın başından ayrıldıktan sonra tekrar mezarcıya yanaşarak ince ve alçak sesle sordu. 'Nasıl biriydi? '
'Ölen mi? ” dedi mezarcı.
'Evet ' diye cevap verdi Haşmet.
'Öldü' dedi mezarcı, “Tanıdığım en iyi gençti, beni ölümden kurtarmıştı.” Haşmet, “Daha gencecikti, yoksa hasta mıydı? Nasıl ölebilir! ” Kekeleyerek: 'Bu olanaksız! ” dedi.

Mezarcı,'Olanaksız değil, doğru söylüyorum, öldü, hiç kimse ölümü tatmadan Allah'a dönemez zaten. Her yaşta ölenleri görüp gömüyorum, senelerdir durmadan bu işi yapıyorum. Mesleğim bana rahmetli babamdan kalma. Bu meslekten çok şeyler öğrendim. Zengin fakir, büyük küçük, herkesin kapısını çalıyor ölüm.”

Haşmet yine inanmadı ve kabullenmek istemedi. “Dünyada çok tuhaf şeyler oluyor. Yaşlanmaya gerek kalmadı sanki. Demek genç yaşta öldü, Allah'ın onu biraz daha yaşatması gerekmez miydi? Bu yaşta ölmek yazık değil mi sence? ' diye mezarcıya sordu.

Mezarcı: 'Hemen Allah'a tövbe et evladım, böyle denir mi? Allah'a karşı böyle saygısızlık yapılır mı? Senin kalbindeki iman bulanık ya da silinmiş, yoksa hiç mi yok? Belki de aklını yerinde kullanmıyorsun veya kendinin nasıl oluştuğunu bile bilmiyorsun. Evladım mülk Allah'ındır. Daha fazla teferruatlı konuşmayı bilmem. Bilginlere sor. Allah ne dilerse olur, her şeyin bir hikmeti var elbette. O ölen genç daha fazla yaşarsa, iyi mi olurdu ya da kötü mü olurdu, bunu kimse bilemez. Biz bu durumu beynimizle idrak edemeyiz. Belki de bunda bir hayır vardır. Zaten inancımız sonsuzdur. Dünya, insan için bir imtihandır ve her şey geçicidir. Bunu bilmez misin? Sen hiç Kuran okumadın mı ya da incelemedin mi? ” diye Haşmet'e sordu mezarcı.

'Haşmet, evet Kur'an'ı hiç okumadım, okuma yazma öğrenmedim, daha doğrusu yoksulluktan öğrenemedim. Belki ileride öğreneceğim.” Mezarcı, 'İnşallah de! Yabancı, niye inşallah demiyorsun, yoksa kalbinde bir çelişki mi var? Bunu bana söyle, belki bildiklerimden yararlı bir şey aktarabilirim. Çünkü her şey Allah'ın izniyle olur. Bir yaprak bile, şayet ağaçtan düşecek olursa, Yaratan’dan izin almadan düşmez, anlaşılan sen bunu kavrayamıyorsun. Bütün canlılar topraktan yaratılmıştır ve yine toprağa dönüşür. Aksi takdirde yeryüzü cesetlerle dolar taşardı. Bunları düşün! Her şey, ne varsa ufak büyük, Allah'ın varlığına bir işarettir. Yeter ki düşün! '

Haşmet, bu sözler karşısında donuverdi ve saçlarını yolmaya başladı. Ne diyeceğini bilemedi. Önce mezarcıdan bir yudum su istedi. Yanındaki boş tabuta eğilerek içine baktı, kazmayı ve küreği elinde tutarak, inceledi. Aklından değişik düşünceler geçiverdi. “Biraz önce bu tabutun içinde cansız bir ceset vardı, o daha önce yaşıyordu, şimdi ise toprak altına girdi ve sonunda toprağa karışacak' diye dalgın dalgın düşündü. “Bir kürek ve bir kazmayla insanın hayatı bitiverdi. Dünyada anlamadığım bir tuhaflık var. Niye geldik? Niye ölüyoruz? Ölümden sonra ne var? Bunların birer manası olmalı' diye geçirdi içinden. O esnada kalbine birkaç damla iman birden iniverdi. Ama bu da yaramadı ve halen daha anlamazlıktan gelmeye devam etti.

Mezarcıyla yaptığı bu derin ve hoş sohbet esnasında başka bir tabut daha geldi. Mezarcı konuşmasını keserek, gelenlerle ilgilendi. O sırada herkes telaş içindeyken, ölüyü ne tarafa defnedeceklerini konuşurlarken, Haşmet sessiz adımlarla mezardan ayrıldı. Mezarcıya veda etmekten bile çekinmişti.

Mezarlıktandan çıktıktan sonra yoluna devam ederken, aklında hep mezarcının konuşmaları dolanıyordu. Uzun bir mesafe kat ettikten sonra dinlenmeye ihtiyaç duydu. Bir taş üzerine oturdu. Taş, ona bir sandalye gibi rahat gelmişti. Yemeğini yerken susamıştı ve matarasında da su kalmamıştı. Su istiyordu. Sağa sola bakarken birkaç sığırı yavaş yavaş çeşmeye doğru yürürken gördü. Akan çeşmeden su içmeye başladılar, etraflarında hiç kimse yoktu, doyana kadar içtiler. Sonra çeşmeden geldikleri gibi ayrılıp uzaklaştılar. Ama geldikleri yoldan gittiklerini görünce kalbine bir damla iman daha salınıverdi.


“Köyde iken bunu hep normal karşılıyordum. Ama şimdi bu bana düşündürücü geldi' dedi ve aklına sığırların ve hayvanların sayılmaz nimetleri gelmeye başladı. 'İyi ki bunlar dünyada var. Yoksa ne süt ne de et yenebilirdi.' Haşmet, aynı çeşmeden su içerken, başka misafir kuşlar ve böcekler de onunla birlikte su içiyorlardı. 'İyi ki su var. Yoksa bütün canlı hayvanlar ölürdü' diye düşünmeye başladı. O esnada gene kalbine bir damla iman damladı. 'Ama bu yine onu tevhit inancına götürmedi.' Haşmet, yorucu ve uzun bir yolculuktan sonra vardığı yerde geceledi. Sabah oldu. Yağmur birden bastırıverdi. Haşmet bey o sırada derin uykudaydı ve yağmur yağarken hala uyuyordu. Yağmurun serin damlaları şaka yapar gibi sürekli yüzüne vurunca uyandı ve yağmurun yaptığı gürültü onu titretti.

Aniden yattığı yerden fırlayıp koşmaya başladı. Sıkı yapraklı ve kalın gövdeli bir ağacın altına geçiverdi, böylece yağmurdan korundu. Yağmur çok uzun sürmeden dindi. Ardından yepyeni ve pırıl pırıl bir gün doğdu. Ağaçların ve yerin üzerinde biriken pislik tabakası yağmur suyuyla yıkanıp tertemiz oldu. Güneşin sıcaklığı ve yağmurun serinliğiyle çok güzel bir sabah başladı. Haşmet bey, ağaç altında gözlerini iyice açtı ve gülümsedi. Yağmur dindiği halde ağacın altında oturup kaldı. Aklından pek çok düşünceler geçmeye başladı. Evet, beş dakikalık yağmur her tarafı suladı. Ardından mahsulleri coşturacak bereketli bir yağmurdu bu. Ne büyük güç! Bu kimsenin yapacağı bir iş değil. Ya yağmur çok yağarsa, kim bunu durdurabilir? Ya da hiç yağmazsa, kim onu yağdırabilir?

Güneş her yere ulaşıyor. Ya ulaşmasa ya da çok kavurucu olsa? .. Sağlıklı hayat devam edebilir miydi acaba? Göklere baktı, bir daha baktı, her şeyin normalini ve bunun tersini düşünüp zihninde tartmaya başladı. Her şeyin tam bir düzen içinde olduğunu gördü. “Bu düzen olmasa her şey harap olurdu” diye düşündü. 'Yeryüzünün büyük bölümü dümdüz olmasaydı ekin ekilemezdi. İnsanların açlıktan nesli tükenirdi. Bunların hepsinin tek bir güç tarafından düzenlendiğine inanıyorum” dedi. O esnada kalbine birçok iman damlası akıverdi. Ama bu sefer inancına tesir etmeye keşfetti. Bunları düşünürken uykusu geldi ve esnemeye başladı. Çünkü dün çok yürümüştü ve yorgunluğunu hala üzerinden atamamıştı.

Yattığı yere tekrar uzanarak uyuyakaldı. Uyan uyan sesleri ve omzuna vurulan silah kabzalarıyla derin uykusu bozuldu. O esnada gözlerini çok rahat açamadı, gözkapakları sanki yapışmıştı. Yeni uykuya daldığından dolayı sersemlikle kalkabildi. Neye uğradığını şaşırmıştı.

Daha gözlerini açar gibi olurken iki jandarma başında dikiliverdi ve sanki suçluymuş gibi onu sert bakışlarla ve ağır sözlerle karşıladılar. Yerinden kalktığı anda hafif sendeledi ve tekrar oturmak istedi. Çünkü ayakta duracak gücü yoktu. Onun tekrar oturmasına müsaade etmeden omuzlarından tuttu ve sorguya aldı bu iki jandarma. O sırada Haşmet sapsarı kesildi ve soluğu bir anlık durdu.
'Önce kimliğini göster ve buralarda tek başına neler çevirdiğini söyle' diye sordular.
Haşmet yanıt vermedi. Çok heyecanlanmıştı. Korkudan ayakları titredi ve kalp atışları hopladı.
Jandarma, bir daha kimliğini sordu.
Haşmet’in dili tutuldu bu sefer.
Kimliğinin yanında olmadığını suskunluğundan anladılar.
Ayrıca kekelediği ve sözler ağzından zorlukla çıktığı için, onun aranan suçlulardan biri olduğunu sonuca vardılar.
Sonunda iki jandarma Haşmet’e ismini sordular.
'Adım Haşmet. Ya siz benden ne istiyorsunuz? ' diye heyecanla sordu.
'Kimliğin olmadığı halde, bize hangi ismi söylersen, inanmamızı mı bekliyorsun, o zaman yanılırsın.”
'Biz buralarda adaletten kaçan kaçakçıları arıyoruz, sen hiç gördün mü? '
'Sen onlardan biri olmalısın, bunu inkâr etme, söyle! ” diye, yüzüne bağırdılar.
'Bak yüzüne! Hemen kızardı. Konuşamıyorsun bile' dedi jandarmanın biri.
Haşmet, 'Ben kaçakçı değilim, ben ilk defa şehre gidiyorum” dedi. Doğru söylediğime“yemin ederim” diyemedi. Çünkü Allah’a inanmıyordu. İsterseniz bizim köyde beni sorabilirsiniz, bizim köyde asker olmadan kimlik alınmıyor? 'diye söylemeye yetindi
'Bizi kandırmaya çalışma, seni nasıl konuşturacağımızı biliriz, onun için bize doğruyu söyle' dedi jandarmalar.
“Ben doğru söylüyorum, inanın.'
'Peki, gereğini düşüneceğiz.'
'Artık bizimle geliyorsun, karakolda amire her şeyi anlatırsın, belki amiri ikna edebilirsin ve sonra kurtulursun' dediler.
'Tamam' dedi Haşmet. Tamam, kelimesini söylerken yüreği ve boğazı alev alev yanıyordu Haşmet’in.

Onu hemen ellerinden kelepçelediler, en yakın karakola götürüp nezarete aldılar. Götürülürken çok tokat yedi Haşmet. Karakolda iken hep tavana bakıyor, ellerini durmadan duvara vuruyordu ve ayaklarını sürekli oynatıyordu. Uzun zaman, içten bir çocuk gibi hıçkırarak ağladı. Ağlarken zihninde daha çok köydeki saplantıları oluşuveriyordu ve kendi kendine konuşmaya başlıyordu. Nezaret odasının bir köşesinde yere oturdu ve eliyle işaret etmeye başladı. Tekrar oturduğu yerden kalkıp başka köşede oturmayı denedi. Aynı yerde uzun süre oturamıyordu. Hep çılgın gibi davranıyordu. Ağzından tek tük sözcükler çıkıyordu. “Ben ne yaptım ki zindana düştüm.” “ Acaba bana ne olacak? ”. En çok bu iki soruyu sordu kendine. Onu kaçakçılıkla suçladılar. Akıl almaz şekilde işkence ettiler ve falakaya yatırıp defalarca vurdular. Öyle bir dövdüler ki; o günden beri hala yaraları iyileşmedi. Onu döverken onunla alay ediyorlardı; “ Allah Teâlâ gelsin seni kurtarsın.” diye. “O dayakları hayatım boyunca unutamayacağım herhalde” diyordu.
İtiraf edecek bir şeyi olmadığı için karakolda birkaç gece dayak yiyerek geçirdi. Masumiyetini kimseye ispat edemedi ve onun lehine konuşan kimse olmadı. ' Haşmet. Günden güne daha karamsar oldu. Zavallı dört duvar arasında ne yapacağını şaşırıp kaldı? '

İşkence ve falaka esnasında içten ağlarken zihninde hakikatin aydınlığı oluşmaya başlamıştı. Beyni son derece doğru düşüncelerle dolmuştu. Vicdanında beliren bu doğru düşüncelerin Müslüman’ca olduğunu anladı. Vicdanı, böylece önünde duran hakkı ve batılı sırasıyla inceledi. Birincisini, ikincisinden daha doğru, aydınlık ve nefse daha uygun buldu. Yani daha önce kalbine inen iman damlalarının tekrar damladığını fark etti ve bu onun Allah'ın varlığına şüphesiz ve tereddütsüz inanmasına vesile oldu.
'İnsanoğlu her zaman yanlış yapmaya ve zulüm etmeye yatkındır, başkalarını mazlum ve ezik olarak yaşatmaya meyillidir, aklı ve fikri her zaman sınırlıdır' diye düşündü. Ben masum olduğum halde suçlu görünüyorum. 'Peki, gerçeği kim ve nasıl bilinecek? Ya da 'masumiyetimi kim, nasıl ispat edecek? Veya 'adaleti kim, nasıl sağlayacak? Veyahut hakkımı kim, nasıl verecek? ' diye derin derin düşündü. 'Bunu ancak her şeyi gören ve işiten biri bilir, O âlemin Rabbidir' dedi. Artık vücudunun her uzvu Allah'ın birliğine şahadet eder oldu. Hıçkırarak ağladı ve aynı zamanda çok kilo verdi.

3.Bölüm

'Masumiyetimi bir tek Allah bilir' diye kabul etti. Ama üzerinde fazla durunca kalbine birkaç damla iman daha düşüverdi. Damlalar kalbine düştüğü anda inancının rengi de değişmiş oldu. Karakolda kaldığı süre boyunca hep kendini suçlayarak şöyle derdi “Bu bela ya da musibet, hep benim günahlarım sebebiyle geldi. Kimse bana acımıyor, neden? ' diye kendi kendine sordu.
Haşmet, “Bu soruya cevap verecek halde değilim” diye düşündü. “Kendime bakıyorum, çok zayıf ve çaresiz görüyorum.”
Haşmet, hep evinin bahçesini, köyün avlusunu, caminin oturaklarını, köy arkadaşlarını, köyün serin gecelerini ve suyunu hatırlayıp inliyordu.
'İnşallah her şey yolunda gider'
'Yoksa halim perişan olur' dedi.

Sonra hiç mahkemeye çıkarılmadan hapishaneye atıldı ve süresiz bir cezaya mahkûm edildi. Zira her zaman mahkeme haklı çıkıyordu. O yörenin kaçakçılık cezasının çok ağır ve hafifletilemez olduğu biliniyordu. Artık çaresiz kalınca Allah'a sığınmaya ve yalvarmaya başladı:

'Rabbim ben buralarda çıldıracağım daha fazla dayanamam. Allah'ım beni kurtar, bana yardım et, Allah'ım benim masum olduğumu biliyorsun, kurtar beni Allah'ım' diye defalarca yalvardı. “Bir tek sana sığınıyorum, beni affet.” diye çok dua etti. İman ettikten sonra bugüne kadar duymadığını duyuyor, anlamadığını anlıyordu: Bir sevinç duygusu. Artık hapishanede tatlı bir yaşam başlamıştı onun için.

“Ben ne yaptım ki, böyle bir zulme maruz kaldım? Dinsizleştikten sonra ilk defa ağzından böyle güzel ve inançlı sözcükler çıkmıştı.
Hapishanede iken hep ağzı açık ve saçları dağınıktı. Ayakları yaz kış titriyordu ve başını durmadan sağa sola sallıyordu. Delirmiş gibi bir hali vardı. Şaşkın şaşkın konuşuyordu ve aynı sözleri tekrarlıyordu. 'Tanrım ben bu cezayı hak etmedim' diyerek ağlıyordu.
Ama imandan sonra, artık hapishanede onun için bir medrese oldu. İlahlık kavramı, yaratanın ve yaratılanların sıfatları, sabır ve kaderin ne demek olduğunu öğrendi ve ders verecek seviyeye kadar geldi.

İmanla tanışana kadar bir kaç ay böyle zor ve ıstıraplı günler geçirdi. Hapishaneye alışınca ve diğer mahpuslarla tanışınca büyük adımlar attı. Yüzüne renk geldi. Kendine döndü. İştahı açıldı. Kilo almaya başladı. Okuma yazma öğrendi ve çok farklı kitaplar okudu. Her gün değişik kitaplar ve dergiler okuyordu. Sonra dini kitaplar okuyunca imanı adım adım derinleşmeye başladı. Kuran-ı Kerim’i inceleyip sayfa sayfa tarayıp okuyunca Allah'ın varlığına dürüstçe inandı. Namazı hakkıyla kılmaya başlayınca, eski düşüncelerini tek tek hatırlayıp silmeye başladı. Doğruyu hapishanede gördüğü için Allah'a teşekkür etti ve gözyaşlarına boğuldu.

“Aslında köyden hapishaneye düşene kadar kalbime yüzlerce iman damlasının aktığının bilincindeyim, ama bunun fayda etmesini engellediğim için üzülüyorum.” Dedi. Bunları hatırlayınca gözleri sulanıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bir damla imanın kalbe inmesi yeterlidir.
Ama ne yazık ki insan aklını dürüstçe kullanmayınca ve kendi varlığını unutunca çok damla ister. Belki ömür biter, ama damlalar inmeye devam eder. Bu Allah'ın bir rahmetidir.

Yolculuk esnasında ve zindandayken Haşmet'in kalbine sürekli inen iman damlalarının, birleşip büyük bir iman denizi oluşturduğunu geç anladı. Bu sebeple “Her saniye geçtikçe mutlaka bütün kalplere iman damlar” diye itiraf etti. Fakat yeter ki nefis istesin.
Daha önce kendini yargılamaktan hoşlanmasa bile, artık hoşlanır oldu.
Müslümanlık kalbe bambaşka bir duygu ve bambaşka bir huzur verir.

Kısmet oldu, kaçakçılar sonunda yakalandılar ve haşmet hapishaneden birkaç yıl yattıktan sonra çıktı. Haşmet fevkalade bir insan, bir muvahhid olarak kendini geliştirdi. Çıkar çıkmaz doğruca kendi köyüne yöneldi. Köyün büyük bir değişime uğradığını gördü. Çok şeyler değiştiğini fark etti. Bunlar hoşuna gitmese de sesini çıkarmadı.
Herkes onu farklı bir Haşmet olarak tanıdı. İnançlı bir insan ve tam anlamıyla bir din adamı olarak gördüler. Beyaz entarisi, sarığı, uzun sakalı ve tatlı sesiyle dikkat çekti.
“La ilahe illallah”ı tam olarak açıkladı, gerçek manası anlattı, yaşadıklarını bütün köy halkına tatlı bir sesle anlattı ve onları Allah'ın tevhidine davet etti.
Özellikle kardeşlerini hiç ihmal etmedi. Köydeki eski imamın yerine geçti ve haftada birkaç kere vaaz vermeye başladı. Köyde kaldıktan sonra, öyle sevindi ki mutluluğu uzun sürmeden tekrar değişik nedenlerle köyü terk edip Halep’e yerleşti.

Haşmet birkaç sene köye gitmedi. Şehirdeyken her gün değişik yerlerde vaaz verdi. Çok insanlar vaazından istifade etti. Aradan birkaç sene geçmişti. Bir gün nedense canı köye gitmek istedi ve köyün yolunu tuttu. Köydeki eski arkadaşlarını gördü ve inançlarına hurafe karıştığını anlayınca, Haşmet çok üzüldü. Yolun getirdiği yorgunluk ve arkadaşlarının fikir değiştirmelerinden dolayı ortalık birden sessizliğe bürünmüştü.
Bu kez herkes bekledi, bu sessizliğe Haşmet Bey müdahale etsin ya da bir şeyler söylesin diye…
Fakat Haşmet onlara 'yarın sabah köyün merkezinde görüşelim' dedi.
Haşmet o gece soyunmadan yatağa yattı ama gözüne uyku girmedi. Hep arkadaşlarının nasıl bozulduklarını düşündü…
Haşmet ertesi gün, kahvaltı etmeden güçlü ve heyecanlı bir şekilde köyün kıraathanesine doğru yürümeye başladı.

Haşmet, arkadaşlarının oturduğu banka yakın bir yere oturdu ve getirdiği Kuran-ı Kerim’i açtı. Bir iki saate yakın bir zaman geçmişti. Hep o kitabı okudu ve bazı önemli ayetlerin üzerini yüksek sesle vurguladı ve herkesi etkiledi.

Herkes heyecanlandı ve bu heyecan uzun sürdü. Çünkü onun gibi okuyan ya da dini anlayan ve anlatan yoktu. Bütün gözler Haşmet'e çevirdi. Bir süre sevinçli gözlerle bakıştılar. Haşmet onları tekrar dosdoğru dine çağırdı ve onların kuşkularının ortadan kalktığını anlayınca sevinçten uçtu.

Böylece yaz geçti, sonra kış geldi. Haşmet sonunda köyde temelli kaldı ve Allah'ın davetçisi olarak kendini ona adadı. Köyden köye dolaşıp vaazlar veriyordu. Sonra evlenip çocukları oldu. Büyüyen çocuklarına imbikten dökülen suyla abdest aldırırdı ve onlara dedi ki, “Doğru din evden basamak basamak başlar ve cemaatle bütünleşir”.'İman, su damlalarıyla alınan abdestle başlar, namaz kılınmakla ve devamını getirilmekle iman damlaları kalbe damlar ve bu damlalar devam ederse imana erişilir.' “Tıpkı hayat gibidir” Susamış toprağa benzer, ona damlayan yağmur damlalarıyla ırmaklar ve dereler oluşur, ulaştığı her yere ve değdiği toprağın yeşermesine neden olur. Artık hikâyenin sonuna geldim ve Haşmet’in hikâye perdesini indirmiş oldum.


SON

Sözcük:4.401
 
 

İbrahim Hazini

dodurgabeyi.tr.gg
 
Facebook beğen
 
DODURGA BELDESİ
 
İlçe [değiştir]
Dodurga - Çorum ilinin ilçesi,

Diğer (kasba, köy, mahalleler) [değiştir]
Dodurga - Ankara ili Yenimahalle ilçesinin köyü/mahallesi (2008),
Dodurga - Afyonkarahisar ili Sandıklı ilçesinin köyü,
Dodurga (Hacıömerler) - Balıkesir ili Dursunbey ilçesinin köyü,
Dodurga - Bartın ili Ulus ilçesinin köyü
Yeni Dodurga - Bilecik ili Bozüyük ilçesinin köyü,
Dodurga - Bilecik ili Bozüyük ilçesinin Kasabası/Nahiye Merkezi
Dodurga - Bolu ilinin merkez köyü/mahallesi (2008),
Dodurga - Bolu ili Mudurnu ilçesinin köyü
Dodurga - Çankırı ili Çerkeş ilçesinin köyü
Dodurga - Çankırı ili Orta ilçesinin Kasabası,
Dodurgalar - Denizli ili Acıpayam ilçesinin Kasabası,
Dodurga - Muğla ili Fethiye ilçesinin köyü
Dodurga - Sinop ili Boyabat ilçesinin köyü Dodurga Barajı

Tödürge - Sivas ili Zara ilçesinin köyü, Tödürge Gölü

Dodurga - Tokat ilinin köyü
0507 8179799_ Ali Beylerbeyi
 
DODURGA TARİHİ:



Dodurganın Tarihi
Orta Asyadan gelen Türk kavimlerin Oğuz Boyunu teşkil eden oymakları arasında yine Büyük Türk Hakanı olan Oğuz Kağan’ın Nizam-ül Mülk yani dünya nizamının mülki idaresini ele geçirmek için altı oğlunu görevlendirdiği hüküm yer alır. Bunları iki kola ayırmıştır. Bunlar Üçoklar ve Bozoklardır, ayrıca bu iki kolun mensup olduğu ve aynı zamanda Oğuz Kağan’ın evlatları olarak varsayılan kişilerde ikiye ayrılır bunlar Denizhan, Dağhan ve Gökhan Üçoklar koluna, Yıldızhan, Ayhan ve Günhan ise Bozoklar koluna mensupturlar. Beldemiz kısaca Oğuzların Bozoklar kolunun Ayhan sancağına teşekkül eden Dodurga oymağına mensuptur. Tarihi Osmanlı ve Selçuklu yazıtlarında hatta Moğolların Anadoluyu istilasını kaleme alan Çin’in tarihi kaynaklarında da yer alan hatta Türk tarihçilerinde desteklediği bu teoridir. Beldemizin ismi Toturga, Totruga isimlerinin gelişmesiyle mükerrer olmuş sonuç itibariyle bugünkü halini almıştır. Dodurga kelimesinin menşei ise Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde Dudriaga olduğu görülmektedir. Kaşgarlıya göre bugünkü Çankırı yöresinin bulunduğu coğrafyada Dodurga beldesine verilen isim Osmanlı Padişahı II.Murad’ın hüküm sürdüğü 1451,1452 yıllarında kadı vekilliği yapmakta olan ve ulema adledilen Dudri ağa yada Bedri ağa isimli kişinin adından gelmiş olabileceği bahsedilmektedir. Yine bununla ilgili olarak ünlü Florensalı seyyah Pegalotti “La Pratica Della Mercatura” isimli eserinde Anadolu beyliklerinde olan iştiraklerinde bir Dudri Ağa’dan bahsetmektedir. Fakat Pegalotti’nin bahsettiği kişinin meskun bulunduğu coğrafi konum Kaşgarlı’nınkiyle bağdaşmamaktadır. Pegalotti’nin iki teorisi bulunmaktadır bunlardan ilki Dudri ağa’nın bugünkü Çankırı bölgesinde 1400’lü yıllarda yaşamış bir bilgin olması, ikinci teorisi ise Dudriağa olarak bilinen bir bölgenin bugünkü Sivas il sınırları içinde yer alan bir yöre adı olduğudur. Fakat tüm bu teorilere rağmen tarihçi ve birçok araştırmacının Çankırı ilinin Dodurga beldesinin ismi teşekkülünü Oğuzlardan aldığını varsaymaktadır. Bu olgu daha kuvvetlidir, çünkü büyük tarihi kaynak olarak bilinen Oğuzların Oğuzname isimli resmi belgesine göre Oğuz boy ve kolların ismi Oymakların ismi Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesinden sonra yurt edindikleri bölgeler her oymak kendi adını vermiştir. Dolayısıyla tarihi süreçte göçebe olarak hayatlarını idame ettiren bu oymaklar çadır hayatından yerleşik hayata geçtiklerinde dolayısıyla Dodurga imside burada meskun bulunan oymağın ismi olması sebebiyle yerleşik düzende bölgenin ismi haline gelmiştir. Bunun yanı sıra Dodurga ismini taşıyan bugün çeşitli illerde 24 belde bulunmaktadır. Ayrıca 1520 ve 1566 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kanuni Sultan Süleyman devrinde Dodurga Beldemiz Ankara’da bulunan Haymana sancağına bağlıydı fakat o devirde belde değil oymak olarak adlandırılmaktaydı. Yine bunlara ek olarak Türkolog olan İsveçli A.Vamberyan Anadolu oymaklarıyla ilgili bir liste hazırlamış bu listeye göre Dodurga beldemizin ismi Dodoung olarak yer almış yine o dönemlerde konsolosluk görevini yürüten General Petruseviç’in arşivlerinde de beldemizin ismi Doudougah olarak yer almıştır. Petruseviç’e göre Ankara’da meskun bulunan Gökmene sancağının en büyük nüfusa sahip Doudougah oymağıydı. (Dodurga hem Ankara’ya bağlı hem Haymana hem Gökmene sancaklarında bulunmaktaydı.) Petruseviç’e göre bu oymak 1880 yıllarında 4000 vergi nüfusuna sahipti. Ancak 4000 kişiyle adledilen Dodurga oymağının sadece beldemizle sınırlı olmadığı Ankara çevresinde bağlı diğer oymaklarında mensup olduğu bir teşekkül olduğu sanılmaktadır.
Dodurganın Damgası
Oğuz soyuna mensup 24 Oğuz boyunun ayrı ayrı damgaları bulunmaktaydı. Bugün nasıl ki her devlet dairesinin bir resmi mührü var ise Oğuzlarda da her boyun bir resmi mührü vardır. Dodurga beldemizin de Oğuzun yirmi dört boyundan birini teşkil etmesi sebebiyle bir mührü bulunmaktadır. (Bu mühür yukarıda verilmiştir.) Dodurganın mührü bir çok tarihçi tarafından değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bugün tarihçilerce geçerli ve doğru kabul edilen aşağıda belirttiğimiz Kartal resmini andıran kafa ve kanat kısmının ima edildiği figürdür. Zaten Dodurga oymağının işaretide Kartal olarak adlandırılan kuş simgesidir.

Bu damgalar Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıklarında resmi idarelerde kullanılır, kadı ve oymak beylerinin halkı yönlendirmeleri ve resmi yazıt tespitlerinde bu mühürler kullanıldığı söylenmektedir. Hatta bu mühürlerin benzerlerini Osmanlı padişahları ve devlet erkanına mensup kişilerde kullanmaktaydı.

Dodurganın İşareti
Dodurga oymağı aslında Türkî coğrafyanın bir çok yerine dağılmıştır. Bu oymaklar günümüz itibariyle siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda birbirlerinden kopmuştur. Ancak tarihinde tarihinde değişmez bir parçası olan amblemini yani işaretini kaybetmemiştir. Buna en yakın örnek olarak bizde Dodurga oymanğının işareti olan Kartal figürünü Dodurganın Sesi isimli dergimizin amblemi olarak kullanmaktayız. Bunun yanı sıra Sivasın Dodurga mezrasındaki halk, Tokat’ın Turhal ilçesine bağlı Dodurga yaylasındaki köylüler, Amasya’nın Sarı Kurşun köyündeki Dodurga oymağına mensup birkaç aileden teşekkül olan halk, Tarsus bölgesinde yaşayan ve bugün Varsak Türkmenleri olarak adlandırılan Türkmen beylerinin mensup olduğu Dodurga oymağına dahil bütün beyliklerin hemen hemen hepsi Kartal figürünü kendi işaretleri kabul etmektedirler.
Değerli hemşehrilerimiz ; Dodurga beldemizle ilgili her şeyi güzümüzün yettiğince sizlere aktaracağız lakin bu çalışmalarda büyük çabalar sarf edilmektedir. Sizlerin desteğiyle birlikte bu güçlüklerin üstesinden geleceğimize inanmaktayız. Bu nedenle destek, öneri, özeleştirilerinizi bekliyoruz.

Dodurga Kelimesinin Anlamı
Dodurga kelimesini bugün kime sorsanız beldemizin adından ibaret olduğunu ifade edecektir. Fakat Dodurga kelimesi şayet Oğuz’un 24 boyunun Dodurga oymağının mensubiyetindeyse bir çoğumuzun bildiği gibi belde ismini oluşturmaktadır. Ancak Oğuznameye göre her oymağın bir adı ve bu adın bir anlamı ayrıca her oymağın bir işareti, damgası ve sayısı bulunmaktadır. Dodurga kelimesinin anlamıda bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı kayıtları, Selçuklu arşivleri ve Türk Tarihi araştırıldığında ortak sonuç olarak Oğuz kaynaklarının nitelendirdiği anlam ortaya çıkmaktadır. Bu anlam şudur ki Dodurga demek; Ülke alan, zapt eden, Yurt tutan anlamını taşımaktadır. Tarihi kaynaklar irdelendiğinde 1040 yılında başlayan Selçuklu hanedanlığının kurulma aşamasındaki yıllarda büyük bir payeye sahip olmuşlardır. Bunun yanı sıra yine Anadolu Selçuklularının hüküm sürdüğü 1077-1308 yılları arasında Dodurga oymağı bugünün tabiriyle süvari öncü birlik olmuştur. Bu nedenle Dodurga’nın anlamı Ülke alan, Yurt edinen olarak tarihteki yerini almıştır.


 

 
Bugün 53 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol